Vukuf-u kalbî, kalbe vakıf olmak demektir. Yani kalbin halinin farkında olmak ve murakabe etmektir. Çünkü Yüce Allah, kulunun kalbine bakar ve ona tecelli eder. Ayrıca insanın Rabbi ile irtibatı da ancak kalple mümkündür.
Tasavvuf yolunun önderleri olan kâmil mürşidler, Hak yolcularının hedeflerine ulaşmaları için takip etmeleri gereken bir takım usul ve yöntemler koymuşlardır. Bu yöntem ve usullerin hepsi ayet, hadis ve alimlerin manevi tecrübelerinden alınmıştır. Seyr u sülûk denilen Allah'a yönelik manevi yolculuk, ancak bu metot ve usullere uyarak Hakk’a vuslatla sonuçlanır. Eskilerin deyimiyle “usülsüz vusûl muhaldir.” Yani usule uymadan hedefe varılmaz.
Son yedi-sekiz yüz yıldır İslâm dünyasında öne çıkan Hacegân yolunun usulü de, büyük veli Abdulhalik Gücdevani K.S.’nin koyduğu sekiz prensip ile Muhammed Bahauddin K.S.’nin ilave ettiği üç prensibin birleşimi olan onbir esas çerçevesindedir. Erzurumlu İbrahim Hakkı K.S. gibi bazı alimler ise bu onbir esası, kalb zikri, mürşid rabıtası ve vukuf-u kalbî şeklinde üçe indirgemişlerdir. Ayrıca bu üç esasın her birinin, birlikte veya ayrı ayrı Hakk’a ulaştırıcı birer müstakil yol olduğunu beyan etmişlerdir.
Bunlardan vukuf-u kalbî, tasavvuf ehlinin kalplerini kontrol etmekte kullandıkları ayrı bir yol olarak başlı başına önem arzeder.
Tasavvuf alimlerimiz vukuf-u kalbinin iki anlama geldiğini ifade ederler: Birincisi, yukarıda sözünü ettiğimiz onbir usulden biri olan “yad daşt”tır. Bu, her zaman ve mekânda, vicdan ve zevk yoluyla kalben Allah’la birlikte olmak, Allah’tan hiçbir zaman gafil olmamaktır. Bu hal ise ancak “müntehi” denilen tasavvuf yolunun sonuna ulaşanların halidir. Müntehi, kelime olarak “vazifesini tamamlayan” anlamına gelir.
Vukuf-u kalbî ikinci anlamıyla, Hak yolcusunun kalbini bütün hatıralardan ve fikirlerden boşaltarak, tam bir teveccüh ile kalbinin derinliklerine yönelmesidir. Çünkü yerlere-göklere sığmayan Allah, mümin kulunun kalbine tecelli etmiştir. Yani bir yandan gündelik işlerle uğraşırken, diğer yandan içinden manevi kalbini mülâhaza etmesi, bu hali bilhassa zikir ve rabıta esnasında korumasıdır. İkinci anlamdaki vukuf-u kalbîye muvaffak olmak, birinci anlamdaki kalbî vukufa ulaştıracak ve Allah'la birlikte olma hali gerçekleşecektir.
Hacegân büyükleri, özellikle Muhammed Bahauddin K.S., vukuf-u kalbîye büyük önem vermişlerdir. Hatta İmam-ı Rabbanî K.S., zikirden etkilenmeyen müridlere vukuf-u kalbîyi emrettiklerini ifade eder. Buna göre vukuf-u kalbî sonucu kalp mutlaka tesir altında kalmakta ve zikre hazır hale gelerek zikirden de etkilenmektedir. Hatta tasavvuf alimleri, vukuf-u kalbînin kendinden geçme anlamında ‘gaybet’ haline, gaybet halinin de kendi benliğini Allah’ın mutlak varlığında yok etme demek olan ‘fena’ haline ulaştıracağını söylemektedir.
Demek ki tasavvuf yolunda kalbî vukuf, başlı başına çok önemli bir unsurdur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta var. O da, vukuf-u kalbînin diğer tasavvuf amelleri, ibadet ve taatla birlikte yürütülmesidir. Yani vukuf-u kalbî ibadetle, ibadet de vukuf-u kalbî ile bir arada olmalıdır. Aksi halde, Gavs-ı Azam Abdulhakim Hüseynî K.S.’nin dediği gibi, “vukuf-u kalbîsiz ibadet ruhsuz ceset, ibadetsiz vukuf-u kalbî de cesetsiz ruh” olacaktır.
O halde haydi kalbimizin sonsuz derinliklerine... Oradan da, yerlere ve göklere sığmayan, ancak mümin kulunun kalbine tecelli eden Allah'a...