Aramak

Kim İçin, Nereye Kadar Adalet

Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe götürmesin. Adalet gösterin. Böylesi takvaya en yakın olandır. Allahtan korkun. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Maide/8) Adalet, Batı'da izafi bir kavramdır ve ancak başkalarının bizim bireysel çıkarımızı gaspetmemesi için başvurduğumuz bir prensiptir. Bu bakış açısının tersine İslâm, adaleti yeryüzünde hakim kılınması zorunlu olan bir ilke olarak vazeder. İslâm’da adalet, bireyler arası ilişkiyi aşar ve insandan Yaratıcısına ve O'nun yarattığı her nesneye kadar uzanan geniş bir varlık alanını kapsar.
İnsanın yaradılışında bulunan adalet duygusu, tarih boyunca bütün din ve medeniyetlerin başlıca hedeflerinden biri olmuştur. Adalet kavramının bu evrensel niteliğini, geleneksel yahut modern bütün toplumlarda görmekteyiz. Adalet kavramının tanımındaki farklılıklara rağmen, hiçbir cemiyet ve düşünce okulu, adaleti bir değer ve gaye olarak reddetmemiş, bilakis insan hayatının vazgeçilmez unsurlarından biri olarak benimsemiştir. Bu açıdan bakıldığında adaletin bireysel ve toplumsal hayatta ikame edilmesini, insanın fıtrî haline bir dönüş olarak da değerlendirebiliriz. Bu tanım, her ne kadar İslâmî dünya görüşüne sahip insanlar için açık-seçik bir hakikat ise de, çağdaş Batı toplumlarına baktığımızda iki medeniyet ve dünya görüşü arasında çok ciddi farkların olduğunu görüyoruz. Batı düşüncesinde adalet kavramı hâlâ çözülememiş bir sorun olarak durmaktadır.

 İki Dünya, İki Anlayış

Adaletin nasıl ve neye göre tanımlanacağı, nasıl uygulanacağı, kapsamının ne olacağı gibi konular, bugün üzerinde en çok tartışılan konuların başında geliyor. Teorik tartışmaların yanısıra, adaletin sosyal bir gerçeklik olarak hayata geçirilmesi, modern batı toplumlarının karşı karşıya bulunduğu en ciddi sorunlardan biridir. Pek çok batılı düşünür ve ilim adamının da itiraf ettiği gibi, modern kapitalist toplum yapısı büyük balığın küçük balığı yemesi üzerine kuruludur (bunun teknik adı rekabettir) ve ekonomik ve sosyal manada adaletin tesisi, bizatihi sistemin kendisi tarafından imkansız hale getirilmektedir. Batılı toplumların izafi zenginliği, sosyal adalet sorununu örten unsurların başında geliyor. Örneğin, dünyanın en zengin ve güçlü ülkesi olan Amerika, sosyal ve ekonomik adaletsizliğin çok ileri düzeyde yaşandığı toplumlardan biridir. Üç asırdan fazla süren kölelik ve sömürge dönemine rağmen, Amerika'daki zenciler hâlâ Amerikan toplumunun paryaları olarak yaşamaya devam ediyorlar. Beyaz amerikalılarla zenci amerikalıların ekonomik durumları ve sosyal statüleri mukayese edildiğinde, iki grup arasındaki farkın ürküntü verici düzeyde olduğunu görmek zor değil. Büyük Amerikan şehirlerinde suç oranının, boşanmanın, eğitimsizlik ve işsizliğin, uyuşturucu, tecavüz, adam öldürme, hırsızlık gibi suçların en fazla olduğu yerler, zenci bölgeleridir. Bu trajik durumu dengelemek yahut daha açık bir ifadeyle örtbas etmek için başvurulan en yaygın yol, çok küçük bir zenci azınlığa müzik, sinema ve spor alanlarında şans tanınmasıdır. Bu yüzden pek çok zenci şarkıcı, oyuncu ve sporcunun ismi hem Amerika'da hem de dünya genelinde gayet iyi bilindiği halde, bu insanlarla aynı kökten gelen ezici zenci çoğunluğun yaşadığı sefalet, genellikle bilinmez veya hakkında konuşulmaz. Burada sadece Amerika'da yaşayan zencileri örnek olarak ele aldık. Sosyal adalet açısından bakıldığında, benzer bir durumun fiilen tükenmek üzere olan Amerikan yerlileri ve diğer azınlıklar için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bugün çeşitli sebeplerle Batılı ülkelere göç eden müslüman ve doğulu azınlıklar, batılı toplumların ucuz iş gücü ihtiyacını fazlasıyla karşıladıkları halde, emeklerinin karşılığı olan ekonomik ve sosyal statüye kavuşma şansından oldukça uzak bulunuyorlar. Burada İslâm ile Batı Medeniyeti arasındaki önemli farklardan birini görmekteyiz. İslâm toplumları, kendi bünyesinde yaşayan azınlıklara özellikle ekonomik alanda her tür serbestlik ve ayrıcalığı vermiş, onlara karşı adil ve hakkaniyetle davranmayı dinin bir ilkesi olarak benimsemiştir. O yüzden bugün hâlâ İslâm dünyasındaki yahudi, ermeni, vs. azınlıklar, yerli müslüman halktan çok daha üstün ekonomik imkanlara ve sosyal ayrıcalıklara sahiptir. İslâm dünyasında ve batılı ülkelerde yaşayan azınlıklar arasındaki fark, mukayeseye imkan tanımayacak kadar büyüktür.

 Mevzuat Adaleti ve Gerçek Adalet

Sosyal ve ekonomik değerlendirmeler, şüphesiz adalet kavramının sadece iki şubesini oluşturur. Batılı düşünce ve uygulamaya baktığımızda, adaletin, toplum ve iktisadi ilişkiler ile sınırlı bir kavram haline getirildiğini görüyoruz. Bir başka ifadeyle adalet, hukuki mevzuat alanına giren bir olgudur ve uygulama alanı bireyler arasındaki ilişkileri düzenlemekten ibarettir. Buradaki ana çıkış noktası, bireysel çıkarın korunması ve en üst düzeye ulaştırılmasıdır. Yani adalet, ancak bireysel çıkarlar muhafaza edildiği takdirde anlamlı bir ilke haline gelir. Bunun kaçınılmaz bir neticesi olarak adalet, Batı'da izafi bir kavramdır ve ancak başkalarının bizim bireysel çıkarımızı gaspetmemesi için başvurduğumuz bir prensiptir. Özellikle Amerikan toplumunda hakim olan faydacı adalet anlayışının, bu varsayım üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakış açısının tersine İslâm, adaleti yeryüzünde hakim kılınması zorunlu olan bir ilke olarak vazeder. İslâm’da adalet, bireyler arası ilişkiyi aşar ve insandan Yaratıcısına ve O'nun yarattığı her nesneye kadar uzanan geniş bir varlık alanını kapsar. İslâmda adalet, her tür sosyal ve ekonomik kaygıdan önce, bireysel düzlemde başlar. Yani burada sorulması gereken hayati soru şudur: Ben kendimi zulümden muhafaza etmek için ne yapmalıyım? Kur'an-ı Kerim şirk koşmayı en büyük zulüm olarak tanımladığından, İslâm insanının ilk kaygısı kendini bu zulümden emin kılmak ve adaleti kendi nefsinde ikame etmektir. Adaleti kendi nefsinde ve bireysel dünyasında kuramamış bir kişinin başkalarına karşı adil olması mümkün olmadığından, İslâm bireysel adaleti toplumsal adaletin önüne koyar. Asıl önemlisi, Cenabı Hakk'ın hakları her tür insan haklarının üstünde olduğundan, insan önce Yaratıcısı’na karşı adil olmak, daha sonra bu ilkeyi toplumsal hayata uygulamak zorundadır. İslâmi adalet kavramı birey yahut toplumla da sınırlı değildir. Bilakis bu ilke, yaradılışın her alanında geçerliliğe sahiptir. İnsanoğlu, kendisine bir emanet olarak verilen evrene ve içindekilere karşı kutsal bir sorumluluk içinde olduğundan, sadece eşine yahut komşusuna karşı değil; bahçesindeki ağaca ve dağ başındaki ceylana karşı da adil olmak zorundadır. Bu noktada maddeci ve akılcı düşüncenin bir nostalji olarak reddettiği bu adalet kavramının, insanın ufkunu ne kadar genişlettiğini görmek zor değil. Dahası, insan hakları, hayvan hakları, çevre hakları gibi kavramların bugün ortaya çıkmış olması, şüphesiz içinde yaşamakta olduğumuz bu krizin bir ürünüdür. Fakat yukarıda da kısaca ifade etmeye çalıştığımız gibi, bütüncül ve kuşatıcı bir adalet anlayışına ulaşmadan, bu sorunların çözümü her zaman yarım ve yetersiz kalmaya mahkumdur. Batıda hakim olan adalet kavramı, bireysel ve manevi boyuttan yoksun, sosyo-ekonomik bir anlam alanına sahiptir. Bu yüzden adalet, ancak bireysel çıkarların korunması için başvurulan bir çaredir. Bu algılama tarzının adalet kavramının anlamını ve gücünü ne kadar zayıflattığını görmek için kâhin olmaya gerek yok. Adaleti, Yaratıcı'dan yaratılmış olana uzanan manevi yolculuğun bir ilkesi olarak koyan İslâmi dünya görüşü, bu tanımıyla adalete hem metafizik ve manevi bir anlam kazandırmış, hem de onu keyfi tanımlardan korumuştur. Kur'anın en temel öğretilerinden biri olan adalet kavramının anlamı ve bireysel, manevi ve sosyal hayattaki yeri konusunda İslâm düşünce tarihi çok zengin bir geleneğe sahiptir. Bu geleneğin yeniden keşfi ve İslâm’ın bütüncül adalet kavramının hayata geçirilmesi, bugün yaşadığımız pek çok sorunun aşılması için bize çok önemli ipuçları sağlayacaktır.  
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy