Kudsî veya mukaddes insanı nasıl tanımlayabiliriz? Belki söylenecek çok söz var. Fakat “dünyanın isine-pasına bulaşmamış, Allah'ın isim ve sıfatlarına ayinedarlık yapan mübarek insan” desek sanırım yeterli olacak.
Yeryüzünde Kâbe kadar mukaddes, Kâbe kadar Allah ile irtibatlı insanlar olabilir mi? Elbette... Hatta dünya hayatının varlık sebebi bu kudsî insanlardır. İhtiyar küremiz güneşin etrafında halâ dönmeye devam ediyorsa, yeryüzünde görevlerini icra etmekte olan kudsîler var demektir.
İşte bu kudsîler ve onların temsil ettiği değerler, insanlığın dünya ve ahiretinin kurtuluş vesileleridir. Tarih boyunca, halen ve kıyamete kadar.
Kudsî veya mukaddes insanı nasıl tanımlayabiliriz? Belki söylenecek çok söz var. Fakat “dünyanın is ve pasına bulaşmamış, Allah'ın isim ve sıfatlarına ayinedarlık yapan mübarek insan” desek sanırım yeterli olacak.
Dikkat etmek gerekir, hiç hata ve günaha düşmeyen insan tipinden söz etmiyoruz. Zira insanoğlunun hataya düşme özelliği, bir hikmet-i ilâhi ve ibret olarak babamız Hz. Adem ile doğmuş, o günden sonra da artık onunla ikiz gibi olmuştur. Bu Allah'ın bir kanunudur ve onu aşmamız mümkün değildir.
Bu durumda, “Hataya düşmek insanın mayasında, elden ne gelir?” mazereti geçerli sayılabilir mi? Tabii ki hayır. Çünkü insanî ve imanî olan, düştüğünde kalkmasını, uzaklaştığında yakınlaşmasını bilmektir. Belki kudsîleri ulvi makamlara yücelten şey, işte bu halleridir. Onlar istemeyerek düştüklerinde, vakit geçirmeden doğrulup Adem A.S. gibi “Rabbimiz, kendimize zulmettik" (A'raf/23) diye yakarabilenlerdir. Veya Yunus A.S. gibi, "Senden başka ilâh yoktur. Sen münezzehsin. Şüphesiz ben haksızlık edenlerden oldum” (Enbiya/87) diye tevbe edenlerdir.
Görülüyor ki, hangi hal ile doğrulması gerektiğini öğretenler, yine bütün güzelliklere rehber olan peygamberler. Kudsîler, nebilerin ahlâkı üzere Allah'ı takdis ve tenzih ederek her şeyi netice itibariyle O'na bağlarlar. Böylece Cenab-ı Hakk'ın merhamet nazarını kendilerine celbederek, çoğu kere bulundukları makamın da üzerine çıkarlar.
Tahkik ehli alimlerin ve arif-i billâh zatların beyanlarından, sözünü ettiğimiz kudsîlerin hakikatını anlamadıkça, onları sıradan insanlar gibi görme hastalığından kurtulmamız mümkün değil. Bununla birlikte, onların gerçek yüzünü idrakten aciz olduğumuzu anlarsak, bir fikir sahibi olmamız mümkündür.
Melekût Aleminin İzdüşümleri
Yer yüzündeki Kâbe, Sidre-i Münteha'nın izdüşümüdür. Hz. Muhammed A.S. ise Hakikat-ı Ahmediyye'nin yer yüzündeki temsilcisidir. Her ikisinin de zahirî varlıkları bu alemde, hakikatları ise melekût alemindedir. Ve Hz. Muhammed A.S.'ın hakikati ile Kâbe'nin hakikatı birbirilerinin ikizi gibidir. Hz. Peygamber A.S. ahirete irtihal ettikten sonra Hakikat-ı Ahmediyye'yi temsil eden büyük zatlar vardır. Bu zatlar yeryüzünde adeta Kâbe konumundadırlar. Allah böylelerinin bakışlarıyla kâinata bakar, merhamet veya gazap eder. İşte böylesi kudsî zatlara "kutub" denir. Kutub makamının bir adım ötesinde "gavslık" makamı vardır. Bu kudsî zatlar insanlık için birer rahmet ve ışıktırlar. Etraflarına sürekli nur saçarlar. Hakkı aramak için yollara dökülenler, bu kudsî cazibeye kapılır, orada gönülleri aşk ateşiyle yanar. Artık Allah'ın emirlerini yerine getirmekten büyük zevk duyarlar. Önlerindeki hidayet rehberinin bir ayna gibi kendilerine yansıttıkları ilâhi tecellîlerle adeta kendilerinden geçen ve Allah aşkı ile yanan gönüller, müthiş bir muhabbetle Allah'ın sevdiklerini de sevmeye başlarlar. Sırf Allah için olan bu sevgi, Hz. Peygamber A.S.'ın ifadesiyle, dünyadaki her şeyden ve hatta kendi nefsinden bile üstün hale gelirse kemâle ulaşmış olur. Hidayet rehberine olan sevgi ve Allah'ın emirlerine riayet arttıkça, kalplerde tevhid güneşi parlar. Sonunda, daha önce taklidî olarak inandıkları tevhid hakikatını hal ve zevk ile müşahede ederek tahkikî imana sahip olurlar.O’nun Kadar Kim Sevildi?
Gerçekten seven bir kimsenin gecesi gündüzü sevgilinin hayaliyle doludur. Seven için sevgilinin olmadığı bir dünyada yaşamaktansa, ölüm daha güzeldir. Sevgiliyi hatırlatacak herşey bir ömre bedeldir. İşte mecazî aşkta olduğu gibi, ilâhi aşkta da böyledir. Nitekim Sahabe-i Kiram Rasulullah'ın olmadığı bir cenneti dahi istemiyorlardı. “Kişi sevdiğiyle beraber haşrolur.” (Buharî, Müslim) müjdesini duyuncaya kadar yemeden-içmeden kesilen sahabiler vardı. Dünya üzerinde Rasulullah A.S. kadar sevilen bir başka insan hiç olmadı. Sahabe-i Kiram, O'na ait her şeyi mübarek ve mukaddes bir emanet olarak görüyor, kurtuluş vesilesi sayıyorlardı. O’nun saçından ve sakalından düşen her mübarek tüyü cennetten gelmiş gibi kabul ediyor, ipekler içinde evlerinin en mutena yerlerinde muhafaza ediyorlardı. Abdest alırken O’na dokunan suyun bir tek damlasının dahi ziyan olmasına gönülleri razı olmuyor, kapışıyorlardı. Bunların değdiği yerlere adeta ateşin dokunmayacağına inanı yorlardı. Ve Allah Rasulü A.S. da onları bu hareketlerden menetmiyordu. (Buharî, Ebu Davud) Büyük kumandan Halid bin Velid R.A. sarığında Allah Rasulü'nün mübarek saçından bir tel taşıyordu. Bir gün başından sarık kayıp düşman saflarına doğru yuvarlanınca, her şeyi bırakıp ardından koşmaya başladı. Askerlerinin ikazına aldırmadan sarığını alıp giydi. Sonra niçin kendini bu kadar tehlikeye attığını soranlara: “Vallahi külâhımın içinde Rasulullah'a ait bir kıl saklıyordum. Ona bir şey olur diye korktum.” demişti. Hz. Ömer R.A., halifeliği sırasında bir gün Mescid-i Saadete giderken Hz. Abbas R.A.'ın evinin önünden geçiyordu. Evin damındaki paslı oluktan üzerine necaset damlamış, Hz. Ömer de oluğu söküp atmıştı. Durumu öğrenen Hz. Abbas, Hz. Ömer'e: “O oluğu Rasulullah A.S. oraya yerleştirmişti” dedi. Bu söz üzerine beyninden vurulmuşa dönen Hz. Ömer, Hz. Abbas'ı omuzuna çıkarıp oluğu yerine yerleştirmeden oradan ayrılmadı.Emanetlerdeki Kudsiyet
Yavuz Sultan Selim, Hz. Peygamber A.S.'a ait mukaddes emanetleri getirerek Topkapı Sarayı'nda muhafaza etmişti. Burada o gün başlayan 24 saat Kur'an-ı Kerim okutma hürmeti asırlar boyunca devam etti. Sultan I. Ahmet ise, Allah Rasulü'nün mübarek ayak izini resmettirip başında gezdirmiş ve bir de şu dörtlüğü yazmıştı: N'ola tacım gibi başımda götürsem daim Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rasul’ün. Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün. İmam Ahmed b. Hanbel Rh.A. devrin zalim idarecileri tarafından hapsedilmişti. Mübarek sırtı her gün kırbaçlanıyordu. O günlerde gizli bir hayat yaşayan İmam-ı Şafiî, rüyasında Efendimiz A.S.'ı gördü. Allah Rasulü ona: “Ahmed b. Hanbel'e selam söyle. Biraz daha dişini sıksın. Yakında bana gelecek” demişti. İmam Şafiî, hemen adamlarından birini hapishaneye gönderdi. Giden zatla bir de gömlek yolladı. “İmam bunu çıplak tenine giysin ve mübarek teni bu gömleğe değsin!” dedi. Allah Rasulü'nün selamını alan İmam, çektiklerinin hepsini unutmuş, sevinç gözyaşlarına boğulmuştu. Gönderdiği gömlek geri kendisine gelen İmam Şafiî ise, onu yüzüne gözüne sürmüş ve şöyle demişti: “Ahmed bin Hanbel'in teninin değdiği bu gömleğe sürülen yüze inşaallah cehennem ateşi dokunmaz.” Kudsîlere ait Mukaddes Emanetler'den çoğu kere mucize ve kerametlerin zuhur ettiği tarihî ve tecrübî bir gerçek. Hz. Yusuf A.S.’ın kanlı gömleği Hz. Yakub A.S.'ın âmâ olan gözlerine sürüldüğü zaman, gözleri aniden açılıvermişti. Cafer el-Halidî, bir şeyhin kendisine hediye ettiği derviş başlığını başına geçirdiğinde, ormandaki yırtıcı hayvanların kendisine itaat ettiğini hayretle müşahede etmişti. Bu ve benzeri binlerce hadise, kudsîlere ait emanetlerin de temsil ettiği manaya göre mukaddes bir değer taşıdığını göstermekte ve bu mananın bereketiyle Cenab-ı Allah'ın bir çok harikalar yarattığı görülmektedir. Cenab-ı Mevlâ, bizleri kudsîlerin muhabbet ve şefaatlarına nail eylesin.