Aramak

'LÂ' Deyip Geçmeyince

“Bahr-i illâ’yı bulanlar katre-i lâ’dan geçer Gark olup tevhîd-i Zât’a, hâk ile mâ’dan geçer.” (Zâkirzâde Abdullah Efendi)
Babası, Aziz Mahmud Hüdâyi k.s. hazretlerinin zâkirbaşısı olduğu için Zâkirzâde diye anılan Abdullah Efendi, 17. asrın ilk yarısında İstanbul’da yaşamış Celvetî meşayihinden. Önceleri Abdî, sonraları ise Bîçâre mahlasıyla yazıp söylediği tasavvufî şiirleri var. Az sözle çok mana ifade eden, derinliği olan şiirler bunlar. Nitekim onun yaklaşık dört yüz sene evvel yazdığı yukardaki beyti günümüz Türkçesine aktarmakta hayli zorlandık. Ortaya çıkan yeni söyleyişlerin hiçbiri manayı tam karşılamadı. Bu yüzden, “lâ damlasından geçip illâ denizini bulanlar Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının birliğine gark olarak su ile topraktan da geçerler” gibi, bizim de içimize sinmeyen bir sadeleştirmeyi yazının başına koymaktan imtina ettik. Nasreddin Hoca, “Yaptım ama ben de beğenmedim!” demiş ya; o hesap. “Şiir, nesre çevrilemeyen, yani düz yazı cümleleriyle yeniden ifade edilemeyen bir metindir.” diyen Ahmet Haşim’e bir kere daha hak verdik. Gerçi o daha ziyade ahenk kaybından ötürü böyle bir hükme varmıştı. Bu beyitte ise yeni dille şairin muradını tam ifade edemiyor, mana kaybına mani olamıyorsunuz. Demek, irfanımızdaki şerh geleneği böyle bir zaruretten doğmuş. Biz de sözü uzatmadan beyti şerh etmeye çalışalım öyleyse. Beyit, kelime-i tevhit ile yaşanması gereken manevi hali, bu hal ile ulaşılan makamı anlatıyor. Bilindiği üzere kelime-i tevhit, yani “lâ ilâhe illallah” lafzı, red ve kabul olmak üzere iki kısım. Önce “lâ” denilerek Allah’tan başka ne varsa kalpten sürülüp çıkarılıyor. Sonra “illâ” ile Cenab-ı Hakk’ın varlığı ve birliği kesin bir imanla kalbe yerleştiriliyor. Beyitte zahiren, kelime-i tevhitteki bu öncelik sonralık münasebetine işaretle, “lâ ilâhe” deyip masivayı terk etmeden “illallah” demenin fayda vermeyeceği anlatılıyor. Önce “lâ ilâhe” safhasından geçilecek ki “illallah”a varılabilsin. Zira ancak buna muvaffak olanlar “su ve toprak”tan mürekkep maddî vücudundan, beşeriyetinden, benliğinden geçip tevhit korosuna katılacak, her yerde ve her şeyde Allah Tealâ’nın varlığını hissedebilecektir. Beyitteki su ile toprak manasına gelen “hâk ile mâ”dan kasıt, insanın maddî varlığıdır. İnsan vücudu balçıktan yaratılmıştır. Balçık ise bilindiği üzere su ile topraktan ibarettir. Zâkirzâde Abdullah Efendi esas itibariyle bunları anlatırken nefy/red edatı “lâ”yı damlaya, ispat/kabul edatı “illâ”yı ise denize benzeterek başka manalara da kapı aralıyor. Meselâ sonsuz ve sınırsız bir denize teşbih edilen Allah’ın varlığına nispetle, “lâ” denilerek vazgeçilen masivanın bir “katre” (damla) hükmünde olması, neye talip olmamız gerektiğini söylüyor bize. Yahut ancak “lâ” diyerek damlaya tenezzül etmeyenlerin, damlaya kail olmayanların sonsuzluk denizini bulabileceğine işaret ediyor. “Katre-i lâ” terkibi’nde içeni kendinden geçiren bir “şarap” benzetmesi de var. Arap alfabesinde lâ edatı lâmelif harfiyle yazılır ve bu harf ayaklı bir içki kadehine benzetilir. Bu kadehteki bir damla içki bile insanı kendinden geçirmektedir. Kendinden geçmek ise kişinin fani unsurlarından, “ben” duygusundan, müstakil bir varlık olduğu zehabından kurtulmasıdır. Nefsi yenmek, “ölmeden evvel ölmek”tir. Böyle bir kendinden geçiş, masivaya meyletmemenin de şartıdır. Çünkü insan masiva ağına ben duygusuyla, beşeriyetinin ihtiyaçlarıyla, nefsinin hevasıyla düşer. Masiva kesrettir, çokluktur. Öyleyse önce benliğimizi terk etmeli, nefsimizin arzu ve ihtiyaçlarına tabi olmayacak şekilde kendimizden geçmeliyiz ki kesrete düşüp masivaya aldanmayalım. Kesretten kurtulan vahdeti, birliği bulacaktır mutlaka. Ama işte bu mazhariyet lâ kadehinden bir damla içmekle tahakkuk etmektedir. Böylece fani varlıklarını aradan çıkaranların artık kendisi yoktur. Onlar illâ ile vahdet denizine dalmışlar, tevhide gark olmuşlardır. Kulun her yandan Allah’ın rahmetiyle kuşatıldığı bu hale tasavvufta “tevhitte fenâ olmak” yahut “şuhûdî tevhid” deniliyor. Burada şu inceliğe dikkat etmek gerekir. “Birlemek, bütün mahlûkatın aslında Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının tecellisiyle ortaya çıktığını, dolayısıyla her şeyin hakikatinin ‘Bir’ olduğunu, her şeyin Allah’tan olduğunu görmek” manasına “tevhid”, kulun fiiliyle varlık kazanan bir keyfiyet değildir. O zaten vardır. Kul onu görür veya fark eder. İşte bu fark ediş “lâ” katresinden geçmeden gerçekleşemez. Onun için mucibince amel edecek şekilde “lâ” diyebilmek çok mühimdir. Allah Tealâ’nın birliğini ikrar eylediğimiz halde rıza-yı ilahiye uygun davranmıyor, benlik davası güdüyor; bencillikten, nefsin heva ve hevesinden vazgeçemiyorsak eğer, lâ’dan geçememişiz demektir. Tevhit korosuna katıldığımız iddiasına rağmen çatlak sesler çıkarmayı sürdürmek, kullukta kusur etmek, fıtratın güzelliğini ve kâinatın dengesini bozmak, çekilen lâ’nın sözde kaldığına delalettir. Kalpten masivayı çekip çıkartacak kadar kuvvetli olmayan bir “lâ”, denize nispetle damla hükmündeki dünyalığa meftun eyleyip müflisler safına katmaktadır insanı. Demek ki sadece dil ile “lâ demek yetmiyor. “Lâ” diyorsak söylediğimizle amel etmek, masivadan geçmek lâzım. Gönül aynasını dünyanın, nefsin, cahilî kabullerin, fikir diye sunulan beşerî zanların tozundan toprağından böylece arındırmak lâzım. Sünnetullahtır; kirinden, pasından arındırılmamış hiçbir aynada zuhur olmaz.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy