Elbette hepimiz mutlu kahramanlar olmak isteriz bu masalda, bir de baş roldeki oyuncu... Ama hiç düşünmeyiz, bu dünyanın her kötülüğü görecek, her şeye üzülecek ve her söze cevap yetiştirecek kadar kadar uzun olmadığını.
Bir varmış bir yokmuş” diye anlatılan masalların en gerçekçisine başlamaktır aslında hayat. Çocukken her duyduğumuzda sevindiğimiz ve sonrasını merakla beklediğimiz bu kalıp cümlenin farklı anlamlarına da şahit olduk büyüdükçe. “Dün en çok sevdiğimdi, bugünse en büyük hasretim!” diyen eşini yeni kaybetmiş gözleri yaşlı ihtiyar bir dedenin hikâyesi bir med-cezir etkisi yapar. “Bir varmış bir yokmuş” çocukluğumuzdaki manadan uzaktır artık.
Masallar çocukluğumuzdan beri bizi gerçeklere hazırlıyordu belki de. İyilerin her zaman kazandığını, kötülerin hep kaybettiğini önce masallardan öğrendik. Bir de, bir gün var olanın bir gün yok olacağını...
Şu dünyada hepimizin bir masalı var. Fakat bu masalların ne anlatanı olur ne de yazanı... Sadece yaşayanı vardır ki o da biziz!
Kiminin masalında mutluluk kelebekleri uçar, kiminin sayfalarında gözyaşları okunur. Elbette hepimiz mutlu kahramanlar olmak isteriz bu masalda, bir de baş roldeki oyuncu... Ama hiç düşünmeyiz, bu dünyanın her kötülüğü görecek, her şeye üzülecek ve her söze cevap yetiştirecek kadar kadar uzun olmadığını.
Masal bizimse ve kahraman da bizlersek mutluluk resmi çizmek de, hüzün şarkıları yazmak da belli ölçüde bizim elimizde Allah’ın izniyle.
Mutluluk ötelerde değil Mutluluk, kişinin kendisini huzurlu ve değerli hissetmesi diye tarif edebileceğimiz hayatî bir ihtiyaç. İnsanoğlunun nazarında pek kıymetli. Fakat bu hayatî ihtiyaç öyle mütevazi ki, çoğu zaman kendini küçücük şeylerin ardına gizler. Mutluluğu iyi tanıyamamış insan onu görse bile fark edemez. Dolayısıyla hemen yanıbaşındakini aramaya devam eder ve yahut avcunun içindekini... Küçük de olsa bize huzur veren şeyler mutluluğun birer parçasıdır. O parçalar bir araya geldiğinde tahayyül ettiğimiz o büyük mutluluk kavramına ulaşırız. Öncelikle bütünün parçası mesabesindeki bu küçük mutluluk katreleri doğru ve çabuk tanınırsa işimiz de o kadar kolay olur.
Küçük şeylerden zevk almayı bilmeyenin sorunu kendisiyledir. İhtişamın, debdebenin içinde yaşayıp da bir türlü yüzü gülmeyen, her daim sıkıntılı insanlar vardır. Diğer tarafta ise tek gözlü evinde bir tas çorbanın kıymetini bilen, karnını doyurmuş olmanın hazzıyla gülücükler saçanları görürüz. Bu noktada saadetin anahtarı ‘kanaat’ olarak karşımıza çıkar. Aslında biraz da eskilerin dediği gibi, zenginlik ihtiyaçların azlığında gizlidir, fakirlik ise ihtiyaç duyulan şeylerin çokluğunda...
Mutlu olmayı öğrenmenin ilk adımı onu basit ve kolay ulaşılacak şeylerde aramak. İkincisi ise onu tek başına yaşanmayacak kadar değerli, paylaştıkça çoğalan asil bir duygu olarak görmektir. Elbette bu noktada vurgulamak istediğimiz şahsî hayatımız değil, aile hayatımızdır. Aynı çatı altında mutlu olan çiftler, mutlu bireyler yetiştirir. Bunun için maddiyatın çok yüksek olması gerekmez. Zira eskiler: “Sedirde, minderde otururduk; yemeğimiz tek çeşitti, bez bebeklerle, telden arabalarla oynardık ama mutluyduk. Hâlâ o günleri arıyoruz.” derler. İşte, bunu yakalamanın yolu da mutluluk eşiğini alçak tutmaktan geçiyor.
Eşiyle, ailesiyle birlikte yediği güzel bir yemeği, birlikte içtiği çayı, samimi bir tebessümü, sıcacık bir bakışı birer neşe vesilesi kabul edenler, Allah’ın izniyle her daim mutlu olurlar. Saydıklarımız tek başına yaşanmayan anlardır ve de masrafsızdır. Fakat ne yazık ki modern hayat maddi ve manevi dengelerimizi alt üst ettiği için büyük çoğunluk mutsuz. Çünkü bahsettiğimiz gibi yanlış yerlerde arıyoruz onu.
Sorunsuz bir dünya olmadığı gibi sorunsuz bir insan, dolayısıyla sorunsuz bir aile hayatı yoktur. Evlilik hayatımızı ve mutluluk çizelgemizi bir grafiğe döksek, elbette hiçbirimizin grafiği sürekli yukarı doğru gitmez. Mutlaka inişler çıkışlar vardır. Zira iki farklı insanın tek bir insan gibi düşünmesi, hareket etmesi, konuşması kolay değildir. Evlilik uzun bir yoldur, bazen taşlar olur bu yolda, bazen fırtınalı denizlerden geçer. Belki yürürken ayaklarımız acır, belki yüreğimiz kanar. Ama unutmamalıdır ki yollar yürüdükçe, dağlar tırmandıkça aşılır. Bu yolculukta bazılarımız türlü musibetlerle imtihan olurken, bazılarımız sağlığıyla, servetiyle imtihan olur. Tüm bunlara sabredip sevgide ve vefada sebatkar olanlar ise mutluluk ülkesinde alırlar soluğu.
Sevgi her engeli aşar mı?
Ateş misali sürekli beslenmek ister sevgi. Beslemezseniz ardında kül yığınından başka bir şey bırakmaz. Kolay değildir sevgide devamlı olmak. Birçok çift aynı yastıkla kocamak temennisiyle yola çıksalar da hepsi ulaşamaz menzile. “Birbirimizi deli gibi seviyoruz!” diyenlerin pek çoğu sene-i devriyeleri gelmeden hakim karşısında almıştır soluğu. Çünkü deli gibi sevmek kâfi değildir.
Evliliğin lezzetleri yanında zorlukları da var, demiştik. Bu zorlukları aşmak için musibetlerin her türlüsüne göğüs geren vefalı bir can yoldaşı gerekir. Vefa, bu süreçte hayat ve ebed arkadaşımızın sahip olması gereken en önemli unsurdur. Şartlara göre şekil değiştirmez. Eşler birbirlerine ilgi göstermeyi bırakır yahut saygıda kusur ederlerse sevgi tükenir. Yani sevgi var olmak için karşılık beklerken, vefa öyle değildir. Hak ettiğini göremese bile devam eder. Vefanın bu yönü de onu sevgiden üstün tutmaya yetmiştir.
Evliliği yalnızca yapay bir sevgi üzerine bina edenlerin, karşılaştıkları sorunlar ve değişimler karşısında pes etmelerinin sebebi vefa duygusundan yoksun olmalarıdır. Bu insanların hatası tüm sermayelerini yalnızca sevgi üzerine yatırmaktır. Elbette evlilikte sevgi olmalıdır, ama tek başına geçerli akçe değildir. Hz. Ömer r.a. döneminde yaşanmış olan bir olayla örnekleyelim:
Hz. Ömer r.a.’a gelen bir adam:
– Eşimi boşamak istiyorum, der. Halife sorar:
– Neden eşini boşayacaksın? Hangi kusuru seni eşinden soğuttu? Haklı bir gerekçen var mı? Adam:
– Ben artık onu sevmiyorum. Bunun için boşamak istiyorum eşimi, der.
Hz. Ömer’in cevabı son derece manidardır:
– Sen bütün evliliklerin sevgi ile devam ettiğini mi zannediyorsun? Sende hiç mi vefa yok? Hani vefa nerede? Git ve eşinle yola devam et!
Kıymet, bilinmek ister
Beşerin insanî yönünü besleyen güçtür vefa. Ne kadar vefalı, diğergâmsanız o kadar insansınız. Ahlâk, dindarlık, medenilik, nezaket onunla örtüştüğü nispette gerçekçi. Onun olmadığı yerde huzurdan, güvenden bahsetmek imkansız. Bazen sevginin, aşkın; bazen de merhametin, şefkatin en büyük eseridir vefa.
Manasını unuttuğumuz / unutturduğumuz kelimeler arasındaki yerini çoktan aldı vefa. Karşılıksız sevgiler, sözler maziye karıştı. İyilikler bir karşılık bekliyor artık. Evlenmeden önce sadakat adına verilen sözler, sözde kaldı. Çoğu zaman karşımızdakinden bekledik vefayı ama en çok da sevdiklerimizden esirgedik. Bir de üstüne insanlığın vefasızlığından dem vurduk! Peki, onlar vermeden önce biz ne verdik kendimizden? “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” diyen atalarımızın sözünü ne kadar dinledik?
İtiraf edelim, vefayı sevdiklerimiz hayattayken göstermeyen bir toplum olduk. Bu durum özellikle aile hayatımızda daha belirgin bir hal aldı. Her gün birlikte olduğumuz ailemize, eşimize gereken değeri vermiyoruz. Boşanma davalarının artması, huzur evlerindeki gözü yaşlı büyüklerimizin gün geçtikçe çoğalması bu durumun en büyük kanıtı.
Günün yorgunluğunu, yaşadığımız bir olayın acısını onlardan çıkarıyoruz belki de, ne de olsa kahrıma ram olur diyerek. Yıprattığımız sevdiklerimizle birlikte aslında ilişkilerimizin de yıprandığını hiç düşünmüyoruz. Oysa onlardan bir süre uzak kalsak eksikliklerini nasıl da hissederiz. Kavuşmak için gün sayarız. Peki ya bir gün kavuşmak için mahşere kadar bekleyecek olursak? Bir sabah kötü bir şekilde uğurladığımız eşimiz ya da sürtüşerek veda ettiğimiz anne babamız bir daha dönmezse o zaman ne yaparız?
Hiçbir şey!.. Evet, hiçbir şey yapamayız ve gün geçtikte büyür içimizde acımız. Keşke ağıtları yaksak da arkalarından, vakit çok geçtir artık. İşte o zaman kıymetini anlarız kaybettiklerimizin. Ama mesele, güzellikleri yanı başındayken fark edebilmek, mesele bir gün yok olacak olana var olduğu gün kıymet verebilmek.
Mutluluğu dışarıda aramak yerine sahip olduklarımızda, yuvamızda aramak en doğrusu. Yuvadaki mutluluğun şifresi de sevgi-saygısabır gibi nice güzel hasletleri içinde barındıran vefada saklı. Aslında yalnızca evlilikte değil hayatın her safhasında olmalı bu duygu. Dostlukta, kardeşlikte, ticarette... Onun yalnızca bir semt adı olarak kalmadığını kanıtlamak ise hiç zor değil, Rabbimizin izniyle.
Cenab-ı Hak, kullarını güzel isimlerine ayna yapmıştır. Bizim görevimiz ise bu aynayı Rabbimizin yolunda temiz, parlak tutmaktır. Ayna kirli ise kusursuz dahi olsa karşısındakini güzel göstermez. Bizler de eşimizi, ailemizi o kadar çok sevelim ki Rabb’imizin “Vedud” ismine ayna olalım. Madden manen cömert olalım ki “Kerim” ismine, sıkıntılara kulak tıkamayıp isteklerini duyalım ki “Semî’” ismine ayna olalım. Allah için bunları yapalım ki kısacık dünya masalımızın son sözü “mutlular” olsun ve o son sözle ahiret mutluluğuna da kapı açalım inşallah!