Aramak

Meçhullerde Kaybolmak

Ademoğlunun bu sükûn bulmamış iç dünyasında, zaman zaman kaybolma, yitip gitmek korkusu öne çıkar. Bütün benliği kuşatır. Meçhullere sürüklenmek, bilinmeyen girdaplara batıp gitmek, serseri rüzgarlarca savrulmak tehlikesiyle ürperir.
Bir Farsça beyit, insanı “Yek katre-i hunest ve hezar endişe” diye anlatıyor. Yani “bir damla kan ve bin endişe.” Gerçekten de insanoğlu, yüreğinde binlerce korku ve endişeyle yaşar. Bir damlacık kalbinde bin çeşit umman dalgalanır. Onun gönül seması da dış alemindeki gök kubbesine benzer. İstekler yanar söner yıldızlar gibi, endişeler doğar batar, sevgiler büyür, sevgiler ölür. Ümitler yeşerir, ümitler solar... Bazen bir bakarsınız, yüreğe dolan bir endişe diğerlerini silip süpürmüş, bir bakarsınız güneş gibi doğan bir sevgi, diğerlerini yıldızlar gibi söndürmüş. Evet, insanoğlunun o bir katrecik göğsünde adeta her dem yanıp sönen, kaynayıp duran bir mahşer vardır. Ta ki endişeler, korkular, sevgi ve ümitler tekleşinceye kadar. Ta ki bu korku ve sevdalar hakiki  korkulara, sevdalara dönüşünceye kadar. İnsanın yüreğinde bu mahşer, bu çırpınış böylece kaynar durur... Ademoğlunun bu sükûn bulmamış iç dünyasında, zaman zaman kaybolma, yitip gitmek korkusu öne çıkar. Bütün benliği kuşatır. Meçhullere sürüklenmek, bilinmeyen girdaplara batıp gitmek, serseri rüzgarlarca savrulmak tehlikesiyle ürperir. Anneden, sıladan, yardan, alıştığı, benimsediği her şeyden ayrılmak endişesiyle yaşar. Bu endişeyi yüreğinde taşıyan yalnızca insanoğlu değildir elbette. Bütün varlık aleminin her şeyi tutan bir merkezden kopup, kaybolmaktan derin endişe duyduğuna inanırım. Kainattaki nizama baktıkça, evrendeki her zerreciğin bir birliğin etrafında pervane gibi dönüp durduklarını düşünürüm. Alemleri oluşturan bütün zerreler, bu göz kamaştıran seramoniye katılmasalar canhıraş bir yıkımın kucağına düşeceklerini biliyor gibidirler. Onların sırf bu yüzden birlik halinde oldukları intibaına varırım. Samanyolu, güneş sistemi, yıldız kümeleri, kainata ibret ve tefekkürle bakan insana, “birlikte olmazsak, her şeyi tutan o merkezden ayrılırsak, kaybolup gideriz” mesajı verir sanki. Rabbimiz Kur’an’da mealen, “Yedi gök ile yer ve onların içindeki her şey, O'nun sınırsız kudret ve yüceliğini anmaktadır. O'nun yüceliğini ve aşkınlığını övgüyle yankılamayan bir tek nesne yoktur. Ne var ki sizler onların Allah'ı yüceltmelerini anlayamıyor, kavrayamıyorsunuz.” (İsra/44) buyururken, onların tesbihlerinden, Allah’ı hamd ile anışlarından haber verir. Ve ben, bu tesbihi de alemleri oluşturan büyük-küçük her unsurun sırf kaybolmamak, yitip gitmemek, bir kaosa sürüklenmemek için yaptıklarına inanırım. Allah’ın varlık ve yüceliğine bir işaret parmağı gibi uzanan alemler, hem yitip gitmemek için Allah’ı hatırlarlar, hem de Allah’tan koparak yitip gitmemesi için insanlığa Allah’ı hatırlatırlar diye düşünürüm. Alemleri Hz. Mevlâna gibi dinlemeyi bilirseniz eğer, bütün varlıkların ayrılıktan ve yitiklikten acı duyduğu inancını kabul edebilirsiniz. O, “Dinle neyden ki, o, ayrılıklardan şikayet eden bir hikâye anlatmakta” diyor. Gam meclislerinde inleyip-ağlayan neyin ahlarını, onun asıl vatanından, göllerden, kamışlıktan ayrılışına bağlıyor. Derdi ayrılık olan her insan, her ağlayanı ayrılıktan ötürü ağlıyor sanır. Sizin derdiniz de ayrılıksa eğer, her şeyde ayrılık acısını duyarsınız. Annesini yitirmiş bir yavrunun feryadından, bir yetimin boynu bükük duruşundan ayrılıklara sitem satırları okursunuz. Annesini kaybeden bir yavru ceylanın tedirginliği, yitiklik korkusunun bir hayvanın yüreğinde bile ne fırtınalar kopardığını yeterince anlatmaz mı? Annesinden ayrılan bir yavru kuşun, birlikte uçuştuğu arkadaşlarından ayrılan bir serçeciğin feryadı da hep kaybolmak korkusunun dehşetini anlatır insana. Rableri’ni kendi lisanlarınca tesbih eden bütün alemler, kaybolmuşluktan kurtulmuşluğun saadet ve huzurunu yudumlarlar. O’na boyun eğmişliğin, O’na ram olmuşluğun emniyetini yaşarlar. Yaratıcısı’ndan habersiz, gafil insanı ise, şu uçsuz bucaksız evrende gerçek manada yitik bir varlık olarak mütalaa etmekteyim. O, kimi zaman şeytanî rüzgarların önüne katılmış, kimi zaman da fani heveslerinin rüzgarına... Yitiktir ama kopup ayrıldığı merkezi aramaz. Allah’tan başka her şeye sığınır.    Kendini kâh tabiata teslim eder, kâh afakındaki ve nefsindeki putlara. Tabiata neşideler söyler, ondan gelip ona gideceğini sanır. Fani varlıkların kendileri gibi zevale mahkûm sevdalarıyla ömür tüketirken, bütün alemlerin sahibi, baki olan Allah’a gönlünü teslim etmeyi düşünmez. Haz içinde kendinden geçmek ve tabiat dünyasında yeniden doğmak gibi bir hurafeyle teselli olur, ruhundaki ayrılık acısını böyle dindirmeye çalışır. İnkârcı insanın yaşadığı trajedi işte bu. Dünyayı ebedi mesken tutmak ister, yalnız ondan ayrılmaktan acı duyar. Yitik insanı Rabbimiz mealen “Sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler, Allah’a dönemezler. (Yönlerini kaybetmişler, kayıp olmuşlardır.)” (Bakara/18) diye anmakta... Kaybolmuşluk müminleri bir başka türlü korkutur. Onlar Rableri’nden ayrıldıkları için bir ney gibi inlerler. Seslerini sahiplerine duyurmak isterler. Zikirle O’nu hatırlarken, O’nun tarafından hatırlanmak isterler. Ebedi Sevgili’ye çağıran peygamberlere ve yüzlerine bakıldıklarında Allah’ı, sılayı, kopup geldikleri diyarları hatırlatan ebediyyet dostlarına hemen tabi olurlar. O dostlara rastlayınca, uçsuz-bucaksız çöllerin ortasında yolunu şaşırmış bir  yolcunun, sılasına giden bir kervana rastlamasıyla duyduğu sevinci duyarlar. Hemen o  kervana katılır, şöyle derler: “Ey Rabbimiz! İşte biz, bizi imana çağıran bir davetçiyi duyduk. Ve hemen iman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla. Hatalarımızı sil ve bizi iyilerle beraber öldür...” (Âl-i İmran/193) Kalplerde gerçek sılayı ve oraya götüren salihler kervanını bulduktan sonra, artık dünyadaki her ayrılık ehven gelir. Artık anneden, vatandan, dostlardan ayrılık mecazi ayrılıklardır. Sadece asıl ayrılığı hatırlatan bir ayrılık. Böyle bir insanın yüreğini gerçekten yakacak ayrılık, O’na götüren kervandan ayrı düşmektir. Bu yüzden hep menzilini hatırlar, maksudunu yad eder. Namazla ve bütün salih amellerle o maksud ile irtibatını tazeler. Ve o, kendisine Rabbini, O’nun şefkat ve merhametini, O’nun çağırdığı mukaddes diyarı, veli kullarını, bütün bir kimliğimizi hatırlatan Fatiha’yı okurken, en sonunda “ve la’dâllîn” der; yani “bizi kaybolmuşlardan, yitik kimselerden eyleme ya Rabbi” niyazını tekrarlar. “Rabbimiz! Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yadım isteriz. Bizi sana giden yolda yürümeye muvaffak kıl. Nimetlendirdiğin kulların, peygamberlerin, salihlerin yoluna, velilerin yoluna ilet. Gazabını hak etmiş, yollarını, dinlerini bozarak kaybetmişlerden, yitip gitmişlerden, meçhullerde kaybolmuşlardan, yitik insanlıktan eyleme...”
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy