Aramak

Medeniyetler ve İnsan

Artakalan kalıntılardan tarih her ne kadar medeniyetler diye bahsetse de, içlerinde insanlığın ihmal edildiği bu kabil beşerî müesseselere bilmem ki medeniyet demek ne kadar doğru olur?
Kırım’dan Viyana’ya, Cezayir’den Yemen’e, Adriyatik kıyılarından Çin Denizi’ne, Hint sularına ve Orta Asya bozkırlarına kadar uzanan bu bölge, ihtiyar dünyamızın kalbi durumundadır. Kavimlerin kaderi hep bu mecrada yoğrulmuş... Beşeriyet tarihi, bildiğimiz kadarıyla, burada başlamış ve burada kemale ermiş. Zulüm ve fesat, bu muhitten dünyanın kılcal damarlarına akmış, adalet de... Medeniyetlerin sönüp sönüp parladığı bu mekanda insanlık, çoğu zaman kendi kurduğu medeniyetlerin kölesi olmuş. Bu medeniyetlerin vatanında şehirlerin muhteşem binaları, şirk tapınakları yükselirken, insanlık derin bir ahlaki çöküntü yaşamış... Kısaca, her kavmin içerisine saplanıp kaldığı bir çıkmaz, bir batak vardı... Mesela Medyen halkı bu bölgede, Şam ve Hicaz arasında, yol kesiyor, ölçü ve tartıyı eksik yapıyor, iktisadi hayatı, insanın alın terini, kazancını kirletiyordu. Lut kavmi, sefil zevklere esir olarak insanlığın kadrine zulmediyordu. Efsanevi İrem Bağları’nın sahibi Âd kavmi, beldelerde emsali görülmemiş sütunları olan saraylar inşa etmişlerdi. Bu yüzden Allah’ın arzında mağrur ve şımarık dolaşıyorlardı. Taşlarında hâlâ kölelerin ızdırabı okunan, adeta feryatları duyulan ehramların Firavunları zalim bir saltanat sürmüş, insanlığı heba eden bir medeniyet kurmuşlardı. Piramitlerin bekasına insanlığın hürriyeti, haysiyeti ve ebediyyeti feda edilmişti. Ve yine Semûd kavmi, Tebük ile Hicaz arasında, Hicr vadisinde kayaları yontup, zamanlarının en muhteşem evlerini yapmışlardı. Kısaca, dünyanın kalbi dediğimiz bu muhitte, bu kavimler yeryüzünün müfsitleri, bozguncuları olarak dolaşıp durmuşlar, taşıdıkları değerden, insan olmanın değerinden habersiz bir hayat sürmüşlerdi. İşte bu kavimlerden artakalan kalıntılardan tarih her ne kadar medeniyetler diye bahsetse de, içlerinde insanlığın ihmal edildiği bu kabil beşerî müesseselere bilmem ki medeniyet demek ne kadar doğru olur? İçlerinde Yüce Rabbimizin anılmadığı, O’na şirk koşulduğu, eşref-i mahluk olan insanın tahkir edildiği bu medeniyetlerin Allah indinde hiç bir kıymeti yoktu. Bu yüzden, bu karyelerin kimi bir tek “çığlıkla” kimi “şiddetli bir sarsıntıyla”, kimileri de “kasıp kavuran azap rüzgarlarıyla” tarihe karıştılar. Antik şehirler haline geldiler. Veya daha veciz bir ifadeyle “antik nasihatlar”, “antik ibretler” oluverdiler... Ve Yüce Rabbimiz, mealen “Yeryüzünde gezip de görün, inkar edenlerin hali nasıl olurmuş?” (Nahl/16-36) ayetiyle bu kavimlerin trajik kalıntılarına ibret nazarlarımızı çekiyor. İşte peygamberlerini dinlemeyen kavimlerin trajedileri hep bu mezkür coğrafyada sahnelendi. Nihayet insanlık derin ızdıraplar ve çok uzun bir     fetret yaşadıktan sonra, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, “Ümmü’l Kura”ya, Şehirlerin Annesi’ne, yani keremli Mekke’ye Alemlerin Rahmeti indi. Dünyanın sinesine Allah’ın nuru doğdu... Şirkle bulanmış gönüller, Tevhid inancının nuruyla duruldu. İlahi nizam ferde, fertten cemiyete, cemiyetten alemlere doğru dalga dalga yayılmaya başladı. Sözünü ettiğimiz tuğyancı kavimlerin şirkle, zulümle kirlettikleri dünyanın kalbine, artık Allah’ın sevdiği bir ümmet egemen olmaya başlamıştı. Dünyanın yüreğine sanki tertemiz bir kan gelmişti. Ve uzun bir zaman dünyanın hayat damarlarında bu kan dolaşacaktı... Nihayet, zorlu imtihanlardan, işkencelerden acı ve hüzün dolu yıllardan sonra, “Allah’ın yardımı gelmiş, fetihler başlamış, insanlar bölük bölük, dalga dalga Allah’ın dinine girmiş” “iyiliği emreden, kötülüklerden alıkoyan, beşeriyeti ırk ayrımı gözetmeksizin hayra davet eden” bir ümmet doğmuştu. “Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şerefli ve zorlu, Allah’ın emirlerini yaparken kınanmaktan korkmayan” bu ümmet, bu uçsuz bucaksız coğrafyada tertemiz rüzgarlar gibi esmiş, imanın kokusunu dünyanın dört bir yanına taşımıştı. Bu şanlı ümmetin adı, Kur’an-ı Kerim’in isimlendirmesiyle, “Ümmet-i Vasat” idi. Orta, mutedil ümmet... Yaşayıp yayıldığı coğrafya itibariyle de dünyanın merkezinde, orta noktasında bir ümmet... Öteki ümmetlerin üzerine şahit bir topluluk. Öteki kavimler gibi dünyanın merkezinde doğup büyüyen bu ümmet de medeniyetini kurdu. Fakat onun kurduğu medeniyet insana hizmetkar oldu. Onu bütün yönleriyle, akıl, ruh, gönül vecheleriyle terbiye etti ve yüceltti. Bu medeniyetin görkemli şehirleri, muhteşem binaları, piramitleri yoktu. Bu uygarlık ilerde antik olacak karyeler de inşa etmedi. Bu medeniyetin şehirlerindeki caddelerde elektrik lambaları da yoktu. Ama o şehirlerdeki sokaklarda nurdan insanlar; kalbi, ruhu ve zihni ışık insanlar dolaşırdı. Akar sular gibi temiz ve temizleyen berrak insanlar... İçi şirkle bulanmış antik tapınaklar artık bu coğrafyada yükselemezdi. İçlerinde yalnız Allah’ın anıldığı ve yalnız inananların imar ettiği mescitler vardı. Üstleri hurma lifleriyle örtülmüş kerpiçten saadet haneleri vardı. İçlerinde Kur’an sedalarının Allah’a yükseldiği temiz haneler... Bu mekanda ve zamanda hayat, insan ve medeniyet bütün yönleriyle saf, arı ve duru idi... Bu medeniyetin kralları da yoktu. Bu medeniyetin merkezinde şanlı bir peygamber ve O’nu bir nur harmanı gibi kuşatan halifeleri vardı. Sevgili Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle: “Mekke’de kuru ekmek yiyen Amine’nin oğlu” vardı. Mütevazi bir peygamber, varlığın ve alemlerin canı vardı. O şanlı halifelerin de temiz canlarından başka sarayları yoktu. Halktan birileri idiler. Sineleri takva ile dolu, kâmil mürşitler, raşit halifelerdiler. Onlar Kur’an ve Sünnet ile hükmettiler... İnsanlık hayra ve nura kavuştu. Ruhların sonsuzluk hasreti, ebediyyet hasreti artık dinmişti. Varlığın ve hayatın nuru Sevgili Peygamberimiz’in etrafında beşeriyet dalga dalga haleleşti ve nihayet Emevi ve Abbasiler’den sonra bu ilahi dalga yeni bir milleti kuşattı. Bu sevgili ümmetin fedakar ve dinamik bir parçası olan Türkler sahneye çıktı. Karahanlılar, Selçukîler ve Osmanlılar... Bu şanlı ecdad tarafından insanlığın imkanı nisbetinde kurulabilecek en az kusurlu bir adalet tesis edildi. Bu şanlı millet de dünyanın merkezinde yaşadıkları müddetçe, dünyanın kalbini şirkten ve zulümden korudu ve bu aziz coğrafyayı mübarek bir vatan, iman yurdu haline getirdi... İslamın son dalgasının kuşattığı bu muhitlerde de hak erleri yetişti. Ahmet Yeseviler, Yunus Emreler, Mevlânalar, insanımızın ve insanlığın irşat ufuklarından inmeyen, hep dalgalanan bayraklar oldular. Karanlık kalplerde ilahi nuru yaktılar. Hasta gönüllerde ihlas, Allah’a teslimiyet ve muhabbet aşkını uyandırdılar. Nitekim her fani gibi bu coğrafyanın hakimi olan bu şanlı ecdad da zayıfladı, hastalandı ve hayata veda etti. İhtiyar şark, şanlı bir irfana beşik olan mübarek doğu, yitik tarihte muhteşem bir satır oldu. Onun enkazına varis olan evlatları yeni doğan bir medeniyetin sihrine kapıldılar. Bu yeni medeniyeti göklere çıkardı, ona övgüler yağdırdılar. “Diyar-i küfrü gezdim, beldeler kâşâneler gördüm./ Dolaştım mülk-i İslamı hep virâneler gördüm.” diyen Ziya Paşa’nın feryadı, samimi bir ızdırabı, kaybedilen bir ihtişamın yaşanan bir hüznünü dile getiriyordu, ama yeni medeniyetin vatanında yükselen kâşânelerin ruhu ölmüştü. Bizim viranelerimiz ise, definelere malikti. Bu viraneler bizi tekrar cihan hakimi yapabilecek irfanımızı saklıyordu. Bu yeni “inkişafın” beldelerinde gökdelenler yükseliyor, asfalt yollarında neon lambalar parlıyordu; fakat insanının ruhu ışıksızdı, ruh alçalıyordu. Edison, Allah’a giden yollarımızı aydınlatabilecek bir nuru keşfetmemişti. Elektrik lambaları, içimizdeki gecelerin zifiri karanlığını ne derece aydınlatabilirdi ki.?! Hızlı ulaşım vasıtalarıyla, haberleşme teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeler sayesinde karşımızda küçülen bir dünya bulmuştuk, kıtalar komşu evler kadar birbirine yaklaşmıştı ama, insanlar ruhen birbirlerinden uzaklaşmıştı... Rabbimiz ile irtibatımız koptu. Teknolojinin, bizi kısmen de olsa dünyevî bir refaha kavuşturduğu bir gerçek ama, ruhumuzun huzuru kayboldu. Bize müreffeh bir hayat sunan bu medeniyet, asıl hayatımıza kasdetmişti: Ahiret hayatımıza... İnsan ruhu sonsuza hasretti, ebediyete susuzdu. Kadim ve yeni medeniyetlerin hepsi insanına işte hep bu hasreti, hep bu susuzluğu yaşattı. İnsanları birer “mankurt” haline getirdiler. Hani Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı romanında yazar bir efsane anlatır. Efsaneye göre: Juan Juanlar bozkır halkının erkeklerini esir alır, saçlarını usturayla kazır, cımbızla yolarlar. Yeni yüzülmüş bir deve derisini esirlerin başına geçirirler, zavallı esirler kızgın çöl kumlarına gömülür. Kızgın güneş deriyi kurutunca, deri bir mengene gibi esirini başını sıkar, büyüyen kıllar ters döner ve beyne doğru uzarlar. Korkunç çığlıklar atan esirlerin çoğu ölür. Ölmeyenler ise artık hafızalarını kaybetmiş birer “mankurt” olurlar. Nereden geldiklerini, kim olduklarını hatırlayamazlar. Kendilerini doğuran, emziren, büyüten annelerini bile tanıyamazlar. Birer robot olmuşlardır artık. Esir pazarlarında en pahalıya satılan köleler bunlardır. İnsanın özüne, en hassas noktalarına saldıran bu işkence şekli, şüphesiz işkencelerin en vahşisidir. Ruhun sonsuzluk arzusunu dünya nimetleriyle avutup bastıran ve ona yaratıcısını unutturan, onun nereden geldiğini, nereye gideceğini, onun bu alemde işinin ne olduğunu unutturan bir medeniyet, daha trajik mankurtlar yetiştirmiş olmuyor mu? Rabbimiz, ahseni takvim olan insanı tahkir eden her medeniyetten intikamını almıştır. İçerisinde insanların böylesine köleleştirildiği kadim medeniyetlerin, peygamberlerini dinlemeyen, onları öldürmeye azmeden, taşa tutan şımarık halkını bazan bir çığlık bazen zorlu bir sarsıntı, bazen de kasıp kavuran bir rüzgar alıp götürmüştü. Yeni ve çok kutsanan medeniyetin Allah’tan gafil, okyanuslarda, havada, karada, kıtalar arasında ve uzayda mağrur mağrur dolaşan şımarık çocuklarının kurduğu, “ahir zaman karyelerinin”, içlerinde binbir facia yaşanan zikirsiz, fikirsiz, ruhsuz gökdelenleri de İsrafil Aleyhisselam’ın “surunu” beklemekteler!.. Dünyanın kalbine benzettiğimiz bu muhitte yükselen ve çöken uygarlıklar hakkında bu intibaları sergiledikten sonra, inanan insanın dikkat ve tefekkürünü şu iki ayet-i kerime mealinde yoğunlaştırmak istiyorum: “... Onların beldelerde rahatlıkla dolaşmaları seni aldatmasın.” (Mü’min/40-4) “Rableri katında onlara selam yurdu vardır. Ve yapmakta oldukları işler sebebiyle Allah onların dostudur.” (En’am/6-127)
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy