Ruhun çürüdüğü bir bataklıkta boğulduğumuzu fark ediyoruz. Bu dev bataklığın ürettiği sivrisinekler rahatsız ediyor bizi. Terör, şiddet, yalan dolan ve talan. Oysa ne bataklık bizim, ne sivrisinekler...
Kur’an-ı Kerim’de insanın tarihî macerasını okuyunca, muhayyilemizde öyle yakın ve uzak, fakat müteselsil çaırışımlar uyanır ki, ruhumuz bütün zamanları dolaşır. Eski mekânlara kanat açar. Halden geçmişe ve geleceğe kanatlanır. Bütün zamanların medeniyetleri canlanır gözümüzde. Bu medeniyetlerin aynasında, onu kuranların ruh dünyasına gireriz. Medeniyetlerin ruhunu tanırız. Yorumlar yapar, birçok sonuca ulaşırız. İnsanlığın hep aynı olan, hiç değişmeyen hayat hikayesini hayal ekranında seyreder, eski ve yeni medeniyetleri gezer, bir ibret, bir ahlâk dersi alırız.
Evet; insanlığın macerasını İlâhî Kitap’tan okurken, insanın duygu, düşünce, tutku, hayal ve inançlarının, kurduğu medeniyetlerle, kültür ve hayat tarzı ile çok derin benzerlikler arz ettiğini görürüz. Böyle bakmaya başladığımızda, insanın ruhu ve medeniyeti arasında şaşırtıcı bir bütünlük, çok sıkı bir alaka görmek mümkün olur. Bir çocuk ne kadar anne ve babasına benzerse, bir medeniyetin de o kadar kendini inşa eden insanının ruh yapısına benzediğine şahit oluruz.
Kur’an’da trajedilerini okuduğumuz inkârcı insanın yükselttiği medeniyetlere baktığımızda, onun sadece dünyaya çakılıp kaldığını, bütün enerjisini yalnız onu imar etmeye yönelttiğini görürüz.
Oysa insan sonsuza yürüyen bir yolcu değil mi? Ve dünya hayatı bu yüzden aziz kılınmadı mı?
Ebediyetini kaybeden insanın, geçmişin aynasındaki ve bugünün penceresindeki görüntüsü ne kadar bedbaht!.. Ve onun Allah’a giden yollarına pusu kuran her medeniyet ne kadar zalim, meş’um ve uğursuz!..
Piramitleriyle, sfenksleriyle hâlâ tartışılan eski Mısır, bu medeniyetlerden biri. Hakkında yazılan ciltlerce kitaba, çekilen onlarca filme rağmen, o piramitlerin taşları, zulmü anlatan bir kitabenin hazin kelimeleri olarak karşımızda. O kitabeler kölelerin ıztıraplarını anlatır, feryatlarını taşır kulaklarımıza. Biraz dikkatle dinler, hatta resimlerine dikkatle bakarsanız, o devâsâ duvarlarda kırbaç seslerinin yankılarını duyabilirsiniz.
Firavunların zalim suratları ehramlarda tecessüm etmiştir. Her ehram, karşınızda abus suratlı, zalim ve mütekebbir bir firavundur. Ve bir trajedi seyredersiniz. Oyuncuları efendiler ve köleler olan bir trajedi... Bugün hayranlıkla, insanlığın bir mirası olarak baktığınız bu medeniyetin kalıntıları, diğer bir açıdan tüyler ürperten zulümlerin anıtlarıdır.
Sonra Babil... Kuleleri ve zigguratlarıyla karışıklığın, anarşinin, anlaşmazlığın sembolü Babil... Ahlâksızlığın ve büyücülüğün vatanı.
Bu medeniyetin muhteşem kuleleri Allah’a başkaldırıyı, insanoğlunun kendini beğenmişliğini, kibrini, küstahlığını anlatır size.
Sonra eski Anadolu’yu, Yunan’ı, Olemp’i, Hint’i, Çin’i hayal edersiniz... Karşınıza hep aynı insanlık faciası çıkar. Allah ile savaşan, O’na ululuğu ve kainatın hükümranlığını bir türlü yakıştıramayan ve hep aynı sefil putlara tapan bir şaşkınlar güruhu bulursunuz. Bu medeniyetler içinde peygamberler yalnız, mazlum ve bîçaredir.
Ve içinde yaşadığımız medeniyet... Eski medeniyetlerde olduğu gibi, bu medeniyet içinde de insanın ebediyetine giden yol yetim, garip, hor ve hakirdir. Hayatın bütün alanlarından kovulmuş, mabetlere tıkılmıştır. Hayata çıkma yasağı vardır...
Ve biz, o eski ihtişamını kaybetmiş İslâm alemi... Gökdelenleriyle, modern kuleleriyle mutantan, modern karyelere sahip bir medeniyet içindeyiz. Mağrur homurtularla yerde ve göklerde gidip-gelen araçlarların, binbir türlü teknolojinin mutantan kıldığı şehirlerde... Niçin yaratıldığından habersiz, biricik ve en nihai maksatları yalnızca dünya olan milyonlarca insanın doldurduğu dev şehirlerdeyiz.
Metropoller, megapoller... Ahir zaman karyelerindeyiz ve içinde yaşadığımız bu medeniyeti değerlendirmeye çalışıyoruz. Halimizi anlamaya çalışıyoruz.
Her adımda, ruhu boğan bir tehlike, Allah’ı unutturan bir gündem, malâyani ile tüketilen zaman, gafleti besleyen hayat ve bu hayatı besleyen üretim ve tüketim çıkıyor karşımıza. İnsanlığın bir kısmını ezerek ilerlerken, ruhlarını geride bırakan, siyasi, ekonomik ve de teknolojik bir yürüyüş içinde buluyoruz kendimizi. Çözülen toplum, kopan ve dünyevî menfaatler eksenine oturtulan beşerî münasebetlerle irkiliyoruz. Yalnızca kuvvetlilerin mülkiyetinde bir hak görüyoruz. Ve bu kuvvetliler onu, yalnız kendi ırkına tanıyor. Ne kadar hümanist gözükse de...
Ve bu modern dünyanın sakinlerinin, on milyara yaklaşan insanlık ailesinin, medya tarafından güdülebilir hale getirilmiş bir yığın olduğunu görüyoruz. Ruhun çürüdüğü bir bataklıkta boğulduğumuzu fark ediyoruz. Bu dev bataklığın ürettiği sivrisinekler rahatsız ediyor bizi. Terör, şiddet, yalan dolan ve talan. Oysa ne bataklık bizim, ne sivrisinekler...
Ölen insanî duyguları ihya etmeye çalışıyoruz. Fezaya, kehkeşanlara doğru yükselen bir teknoloji, fakat alçalan ahlâkî değerlere acıyarak bakıyoruz... Vampirli filmleri ve onu seyretmekten zevk duyan bir ruhu, güftesiyle, bestesiyle ve klipleriyle behimî duyguları tahrik eden kirli bir müziği anlayamıyor, sevemiyoruz. Bu ruh bu medeniyetle barışamıyor... “Ben, hanım ve çocuk” parolasıyla insan nüfusunun üremesini durdururken, insan yavruları yerine anne ve babaların kucağına, kedi-köpek veren bir anlayışa hak veremiyoruz. Akrep, böcek, yılan, fare, solucan beslemeyi bir zevk edinebilen anlayıştan istemesek de tiksiniyoruz...
Bu medeniyet sinemasıyla, edebiyatı, kültürü, mimarisiyle, sosyal yapısıyla kendini o kadar güzel anlatıyor ki... Hatta akıbetini bile gösterebiliyor. İşte medeniyetlerin bu lisanı haline iyi kulak verdiği içindir ki, Fransız tarihçisi Thierry, ”bütün demokratik medeniyetlerin sonu ahlâkî bir alçalıştır” hükmünü dile getirebiliyor.
Evet, bugün dünyaya hakim bu tek ve rakipsiz gibi gözüken medeniyete bakınca, ahlâkın, zevklerin, sanatın, edebiyatın, estetik duyguların bozulup kokuştuğunu görüyoruz. Ahlâk çöküyor. Bu değerlerden mahrum kalan insanlık çöküyor... Ve çöküş halindeki bu insanın omuzlarındaki medeniyet çöküyor. İnsan kanıyla, sömürgelerin alın teri ile yükselen bir medeniyet, insanını ve onun ruhunu besleyemediği için çöküyor.
Bu sesler bir medeniyetin çatırdamasından geliyor; iki ayrı medeniyetin çatışmasından değil...