Sahabiler, Medine-i Münevvere’nin bağ ve bahçelerinin ilk meyvelerini Hz. Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme takdim ediyorlardı. Medine halkı bunu kendilerine adet edinmişti. İlk ürün vesilesiyle Hz. Peygamber'in huzuruna gelip sevinçlerini O’nunla paylaşıyorlar, duasını alıyorlardı.
Ebu Hüreyre radıyallahu anhın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle geçer:
İnsanlar âdetleri gereği turfanda meyveyi önce Allah Rasulü sallallahu aleyhi veselleme getirirlerdi. O da meyveyi mübarek ellerine alır ve şöyle dua ederdi:
“Allahım, ürünlerimize ve Medinemize bereket ihsan eyle. Allahım, ölçek ve tartılarımızı bereketli eyle. Allahım, İbrahim senin kulun, halilin ve peygamberindir. Ben de senin kulun ve peygamberinim. İbrahim’in Mekke için yakardığı gibi ben de Medine için sana yakarıyorum."
Sonra Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem çocuklarının en küçüğünü çağırır ve elindeki turfanda meyveyi ona verirdi. (Müslim, 1373; Tirmizî, 3445; Ali el-Kârî, Ezhârü’l-Hamâil, s.234)
Küçük hediye büyük dua
Hadis-i şerif, öncelikle Sahabe-i Kiram'ın Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme duydukları muhabbet ve hürmeti göstermektedir. Ayrıca nimetler vesilesiyle önce bunları bahşeden Cenab-ı Hakk'ı hatırda tutmayı, O'na şükretmeyi, sonra hayır ve bereketin sürekliliği için ikrama vesile olana teşekkür etmenin gerekliliğini anlatır.
Sebepler âlemindeyiz. Çevremizde olup biten her şeyin bir sebebi var. Gece gündüz, güneş, ay, mevsimler, doğum, ölüm, hastalıklar hepsi birer sebep. Beşer olarak bizler olan bitenin ancak zâhir sebeplerine muttali olabiliriz. Bildiklerimizin dışımızda nice sebep ve hikmetler olduğunu biliriz fakat beşerî tabiatımız onları akletmeye imkân vermez. Bu sebepler âleminde insan için en tehlikeli olan, hakiki müsebbibin Cenab-ı Allah olduğundan gaflete düşmektir. Fail-i mutlak, yani sebepler de dâhil her şeyi yaratan O'dur. Hakikat ehlinin müşahade ettiği üzere bizim sebep diye gördüklerimiz zan veya mecazdan ibarettir. Bununla birlikte, bir neticenin elde edilmesi için kavlî duanın yanı sıra birer fiilî dua mesabesinde olan sebeplere sarılmayı da emreder.
Mümin, dünya nimetiyle değil nimeti ihsan edenle bağını güçlendirir. Sebep veya vesilelerle de ilişkisi böyledir. Rabbi'ne kendisini yaklaştıracak her anı ve her türlü vesileyi değerlendirir. Velinimetinin kıymetini bilir ve kimseyi, hiçbir ameli küçümsemez.
Bir gelenek ve sünnetin ihyası
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin bulundukları yer şenlenir, münbit ve bereketli hale gelir, O'na yakınlık bahtiyarlığına erenler bu sayede şereflenirlerdi. Yaşadığı döneme ‘Asr-ı Saadet’, yani insanlık için en hayırlı dönem denilmiştir. Âlemlerin Rabbi'nin muradının hakiki manada idrak edildiği, İslâm’ın tam anlamıyla yaşandığı, zaman, mekân ve toplum itibarıyla en bereketli, en temiz ve en üstün dönemdir.
O dönemin özelliklerini anmak kadar, oradan örnek hayatlar devşirmek inananlar için bir zorunluluktur. Zaman, mekân ve şartlar değişse dahi Asr-ı Saadet’in mesajı kıyamete kadar bâki ve evrenseldir.
Söz konusu hadis-i şerifte bize Asr-ı Saadet'ten bir tablo sunuluyor. İnsanlar Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin etrafında muhabbetle toplanmış; itaat, dayanışma ve kardeşlik bağıyla hayatlarını sürdürmektedir. Paylaşmak hayatın tabii akışının bir unsurudur. Eriştikleri büyük küçük her nimet, nimeti verene şükür ve dua vesilesidir. Özellikle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme olan saygı ve muhabbet her hareketlerinde kendini göstermektedir. Müminler O’nu kendilerinden öncelikli görür, az çok demeden sevinçlerini O’nunla paylaşmaktadır.
İşte bu tablodaki detaylardan biri de, Medine-i Münevvere’nin bağ ve bahçelerinin ilk meyvelerinin Hz. Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme takdim edilmesidir. Medine halkı bunu kendilerine adet edinmiş, ilk ürün vesilesiyle Hz. Peygamber'in huzuruna gelip sevinçlerini O’nunla paylaşmışlardır. Çünkü hem O'nu sahip oldukları her şeyden, kendi canlarından çok seviyorlar hem de yaşadıkları huzur ve bereketin O'nun aralarında olmasından kaynaklandığını biliyorlardı. O’na sunulan hiçbir şey zayi olmaz, aksine daha da bereketlenirdi. Mevsimin ilk ürünü tek bir meyveyle âlemlere rahmet olarak gönderilen kutlu elçinin dualarına mazhar oluvermekten büyük bahtiyarlık olabilir mi?
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gösterilen bu muhabbete ve hürmete kayıtsız kalmaz, kimseyi boş çevirmezdi. Önce nimeti bahşeden Cenab-ı Allah’a şükreder, kadrinin yüceliğini hatırlatır, sonra hem getirenin hem de yaşadıkları beldenin iyiliği için dua ederdi.
Hadis-i şerifte anlatılan uygulama, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin irtihalinden sonra da sünnet olarak yaşatılmıştır. Müminler, tarla veya bahçelerinin ilk ürününü bulundukları yerde peygamber vârisi olarak gördükleri âlimlere, sâlih zâtlara ikram etmeyi adet edinmişlerdir.
Belki bir kısmımızın farkında olmadan hâlâ yaşattığı, büyük çoğunluğumuzun ise çoktan unuttuğu bu sünnet-i seniyeyi ihya etmek ne güzel olurdu. Sevinçleri âlim ve evliya ile, hürmete layık büyüklerle paylaşmak zaten İslâm kültürünün bir parçası. Bu manada bağın ilk meyvesini, tezgâhın ilk ürününü, bir işten ilk kazandığımız paranın sembolik de olsa bir kısmını bir büyüğümüzle paylaşmak, dualarını almak bu sünnet-i seniyye uymaya, dolayısıyla sevaba ve berekete vesiledir.
Muhabbet, kardeşlik ve bereket
Hadiste geçen, "ölçek ve tartı" olarak çevirdiğimiz "sa’ ve müdd" buğday, arpa, hurma, üzüm gibi tahıl ve erzağı ölçmede kullanılan ölçü birimleridir ki genellikle harman ve pazar yerlerinde bulunur. Bunların bereketli olmasından kasıt, hayatın idamesi için gerekli olan gıdaların bol olmasıdır.
Medine-i Münevvere halkı İslâm’ın ilk yıllarından itibaren Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi ve Mekke’li ilk müslümanları barındırmış; evlerini, arazilerini ve mahsullerini onlarla paylaşmışlardır. Bu fedakârlıklarına karşılık Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onları her zaman övmüş, itibar göstermiş, hem onlar için hem de birlikte yaşadıkları bu kutlu şehrin refahı için bereket dilemiştir. O'nun bu duaları tıpkı Hz. İbrahim aleyhisselamın Mekke-i Mükerreme için yaptığı dua gibi kabul görmüş ve Cenab-ı Allah Medine’yi ve halkını darlıktan çıkarmıştır. İslâm'ın kısa süre içinde üç kıtaya yayılmasıyla birlikte bu toprakların bereketi Medine-i Münevvere’ye akmıştır. O kadar ki bir zaman sonra insanlar bolluk ve refahtan dolayı geçmiş ümmetlerin nankörlük sebebiyle başlarına gelen felaketleri hatırlayıp endişeye kapılmışlardır.
Bu hadis-i şerif vesilesiyle dilimizde de sıkça kullanılan "bereket" kelimesinin manasına bakalım. Bereket; artmak, ziyade olmak, bolluk anlamlarına geldiği gibi istikrar, sürekli ve kalıcı olmak da demektir. Bereket hem dinî hem de dünyevî maksatlara yöneliktir. Dinî açıdan zekât, sadaka, infak gibi yapılan hayır ve hasenatın artması, herkese kifayet etmesidir. Böyle ibadetlerin kalıcı ve sürekli olması da bereket dilemenin kapsamına girer.
Hadis-i şerifte geçen ölçek ve tartıda bereket talebi, temel ihtiyaç maddelerinin ayrıca-lığına işaret sayılabilir. Bu da dolaylı olarak insanları bu hususta duyarlı olmaya davet eder. Nitekim hangi sebeple olursa olsun, temel gıda maddelerinde darlık toplumda huzur ve istikrarın bozulmasına sebep olur.
İnsan, nimeti vereni unutmadığı gibi ikram edene de teşekkür etmelidir. Fedakârlık gösterip kendi hissesinden ikram eden kimseye ve onun vesilesiyle içinde bulunduğu topluluğa dua etmeli, bereket dilemelidir. Nimet paylaşınca bereketlenir. Duyarlı insan açlık veya darlık çeken insanların önünde keyif çatamaz. Varlıklı kişilerin bu hususta hassas olması dinî bir vecibedir.
Çocuklara ikram
Bu hadis-i şerif üzerinden Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin çevresindekilere, özellikle de çocuklara karşı hassasiyetine şahit oluyoruz. Kendisine getirilen turfanda meyveyi mübarek huzurlarına yakın çocuklardan kim varsa çağırır, ona verirdi.
Buradan hareketle büyüklerin bulundukları ortamlarda çocukları gözetmeleri, hatta onları öncelemeleri bir sünnet-i seniyyedir. Ortada iştah kabartan, dikkat çeken bir şeyler varsa çocuklara öncelik vermek, sevinmelerine vesile olmak, sıkıntılarını gidermek rahmet kapılarının açılmasına vesiledir.
Bu uygulama aynı zamanda çocuk terbiyesi açısından da çok önemlidir. Böylece onların büyüklere karşı tavrı güzelleşir, beklentilerine karşılık verildiği, kendisine değer atfedildiği için saygısı artar. Makul beklentilerine erişemeyen çocukların büyüdüklerinde hata yapma ihtimali yüksektir. Değer verilmemiş, istekleri dikkate alınmamış çocuklar doyumsuz, hırslı, hak ve hukuka duyarsız kişilik inşa edebilirler.
Âriflerden bir zâtın söz konusu hadis-i şerifle ilgili menkıbesiyle bitirelim: Hikâye Asr-ı saadetten yaklaşık on asır sonra, İslâm coğrafyasının en batısı olan Fas’ta geçiyor.
Kaynakların bildirdiğine göre Ebu Abdullah et-Tavdî rahmetullahi aleyh (v. 1795), tanınan ve hürmet edilen ârif bir zattır. Evinde çocukları okutur, tanıdığı zenginlerin bağışlarını fakir talebelere dağıtır, elbiselerini yıkar, söküklerini dikerdi. Yöre halkından üzüm bağı olan birisi her sene mevsimin ilk salkımını teberrük maksadıyla ona getirirdi.
Adam yine yılın ilk üzüm salkımını Ebu Abdullah’a getirmiştir. O esnada çocuklara ders vermekte olan Ebu Abdullah meyveyi eline alır ve tıpkı Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin yaptığı gibi dua eder. Cenab-ı Allah’tan bağ sahibine ve bütün beldeye bereket ihsan etmesini diler. Sonra meyveyi yanındaki Ebu İshak’a uzatır ve çocuklara dağıtmasını söyler. Ebu İshak bir salkım üzümün çocuklara yetmeyeceğini ima ederek hocaya bakar. Ebu Abdullah ona "sen denileni yap" der. Ebu İshak üzümü küçük salkımlara bölüp bütün çocuklara dağıtır. O bir salkım üzüm onlarca çocuğa yetmiş, üstelik artmıştır. (Yusuf b. Yahya et-Tadlî, et-Teşevvüf ilâ Rical et-Tasavvuf, s. 273)
İşte inanmak ve inancın gereği gibi yaşamak böyle olmalı. Ebu Abdullah et-Tavdî’nin hiç tereddüdü yoktur. Neyi, nasıl ve kimden istenileceğini iyi bilmektedir. Allah Tealâ bizlere de sünnet-i seniyyeyi onların anladığı gibi anlamayı ve yaşadığı gibi yaşamayı nasip eylesin.