Aramak

Müsteşriklerin Niyeti

İslam Dini yeryüzüne indirilmiş, insanlığın gündemine sunulmuştu. Bu hakikat güneşi daha ilk çağında, döneminin iki büyük süper gücünden biri olan mecusi İran Devletini tarihten silmişti. Hemen ardından diğer süper güç Bizansa yönelmiş ve onu Ortadoğudan atmıştı. Çok geçmeden birkaç yüzyıl içinde, Hıristiyan alemini hem doğudan hem güneyden ve hem de batıdan kıskaca almıştı. Doğuda, Ortadoğunun ardından Anadolu topraklarından da sökülüp atılan Hıristiyanlar, Afrika’dan da sürülmüşlerdi. Bu da yetmemiş, Müslümanlar İspanya’ya geçmişler, Fransa hududuna kadar, bütün İspanya yarımadasını almışlar ve Hıristiyanlığı batıdan da çok ciddi bir şekilde sıkıştırmaya başlamışlardı. İslam bu şekilde, baş döndürücü bir hızla ilerliyordu. Arap yarımadasından şirki kaldırmıştı. İran’dan mesuciliği silmişti. Birkaç asır içinde Hıristiyanlığı da Avrupa’nın ortasına sıkıştırmıştı. İlk şaşkınlığı üzerinden atan Hıristiyan alemi, kendisini ciddi derecede tehdit eden müslümanlara karşı Haçlı seferlerine giriştiler. Bu seferlerde bütün güçlerini ortaya koydular. İslam hakikatının yayılışını kılıç ile durdurabileceklerini zannettiler. İki asır süren haçlı seferleri ile milyonlarca asker ve halkı telef ettiler. Anadolu topraklarını ve Ortadoğuyu adeta kendilerine mezar ettiler. Tarihte ilk defa olmak üzere çocuklardan bir ordu oluşturdular ve binlerce çocuğu Akdeniz’in dalgalarına teslim ettiler. Hıristiyan alemi, ölümüne yaptıkları bu haçlı seferleri ve daha sonraki diğer savaşları ile gayelerine ulaşamadılar. Fakat, İslam medeniyetiyle tanışmak suretiyle çok büyük kazançlar elde ettiler. Kağıdı ve müslümanların geliştirdiği o güne göre çok ileri olan diğer ilimleri tanıdılar. Avrupa’ya götürdüler. Kur’an dahil önemli kitapları Latince’ye tercüme ettiler. İstifade ettiler. Kendi medeniyetlerini geliştirdiler. Nihayet, kendileri açısından şu önemli sonuca ulaştılar: Müslümanlara bu büyük dinamizmi veren Kur’an ve Sünnet’i tahrif etmeden, müslümanları güçten düşürmek mümkün değildir. Kilise yetkilileri, kılıç ile yok edemeyeceklerini anladıkları İslama karşı yeni bir savaş stratejisi geliştirdiler: Müslümanlara karşı, onların en büyük silahı olan ilim ile mücadele etmek. Büyük bir soğuk savaşın bir bölümünü oluşturan ve oryantalizm denen bu yeni mücadele için, İslami ilimlerin     tedris edileceği şarkiyat merkezlerini kurdular. Arapça’yı ve İslami ilimleri    tedris ettirdiler. İlk örneğini 1250 senesinde İspanya’daki Toledo şehrinde gördüğümüz gibi, İslam kültürünü müslümanlardan daha iyi tanıyan müsteşrikler yetiştirdiler. Böylelikle İslam kalesini içerden fethetmek istediler. Ne var ki Kur’an’a ve Müslümanların akaidine yönelik herhangi bir tahrif veya saptırma faaliyeti hiç bir sonuç vermiyordu. Kur’an’a en küçük bir ilave veya eksiltmede bulunmaları mümkün değildi. Çünkü onun korunmasını, Allah kendi üzerine almıştı. Bunun üzerine, son iki asırdan beri, ağırlıklı olarak hadislere ve sünnet mefhumuna saldırmaya başladılar. Bu sahayı müslümanların yumuşak karnı olarak görüyorlardı. Ne yapabilirlerse kâr idi. Attıkları çamurlar tutmasa dahi, bırakacakları iz onlar için büyük bir kazanım olacaktı. Çünkü islami     ilimler içerisinde, hadislerle ve Peygamberin sünnetiyle ilgisi olmayan hiç bir ilim dalı yok idi. Daha da ötesi, Hz. Peygamber ve O’nun sünneti, Kur’an’ın en büyük açıklayıcısı ve hatta onun canlı bir misali idi. Böylesine önemli olan ve İslam’ın ikinci kaynağını oluşturan bu sahada oluşturacakları en küçük bir bulanıklık, hadise karşı müslümanların zihnine sokacakları küçük bir şüphe veya güvensizlik, İslam’ı temelinden sarsmak ile eşdeğer idi. Müsteşriklerin ve onların destekçilerinin en yoğun olarak saldırdıkları noktaların başında, hadislerin toplanması meselesi gelir. Onların iddiasına göre hadislerin büyük bir çoğunluğu, İslam toplumunun ilk iki asırdaki dinî, siyasî ve ictimaî uygulamalarının birer neticesiymiş. Hadisler sözlü aktarımla nakledildiği için, bu uygulamalar daha sonra hadis şeklinde kitaplara sokulmuşlar. İlmi bir iddia olmaktan ziyade, müsteşriklerin kalplerindeki çok büyük bir nifakı ifade eden bu görüşlerine destek olarak, şu hadisin Emeviler tarafından uydurulduğunu ifade ederler: “Sevap kazanmak maksadıyla yolculuk, yalnızca üç mescide yapılabilir: Benim şu mescidime, Mescid-i Harama ve Mescid-i Aksa’ya.” Onlara göre bu hadis, Beytu’l-Makdisi kutsamak, orayı Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebi gibi halkın bir ziyaretgahı haline getirmek ve dolayısıyla Emevilerin nüfuzunu kuvvetlendirmek gerekçesiyle Emeviler tarafından uydurulmuş imiş... Önce delil olarak ileri sürdükleri bu hadisi inceleyelim. Bu, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî, İbn-i Mâce, Darimî ve diğer bir çok hadis alimi tarafından tahric edilmiş bir hadistir. Adeta hadis alimlerinin hepsinin üzerinde ittifak ettiği bu hadisin uydurma olduğunu söylemek için, bu büyük hadis alimlerimizin hiç birine itimad etmemek ve onların hepsinin birden yanıldığını kabul etmek gerekir. Bu ise ancak, islami değerlerden yoksun kişiler için mümkün olabilir. Kaldı ki öne sürdükleri gerekçe de garip olmaktan kurtulamıyor. Emevilerin veya başka birilerinin, Mescid-i Aksa’nın kudsiyetini ispatlamak için hadis uydurmalarına gerek yok ki. Bunu zaten Kur’an-ı Kerim ispatlamıştır. İsra Suresinin birinci ayeti Kerimesinde “Civarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa” denmektedir. Şimdi onların hadislerin toplanıp kitaplaştırılması ile ilgili şüphelerine ve garip iddialarına gelelim: Elimizdeki temel hadis külliyatının ağırlıklı kısmının, Hz. Peygamber’den birbuçuk-iki asır sonra vücuda getirildiği doğrudur ve herkesin malumudur. Hadislerin, yaklaşık iki asırlık bu zaman süreci boyunca nasıl muhafaza edildiğinin sırrı ise, “isnad” mefhumunda gizlidir. “Güvenilir kişilere dayandırma” diyebileceğimiz ve müslümanlara has güzel ve güvenilir bir metod olan isnadı, batılı araştırmacılar bir türlü anlayamıyorlar veya anlamak istemiyorlar. Bununla ilgili olarak, “isnadlar hadislerin en keyfi tarafını meydana getirmektedir ve bunlar genellikle, çok dikkatsizce bir araya getirilmişlerdir...” diyorlar. Gerçekte ise durum, onların zannettiği gibi değildir. İsnadlar, bilakis hadislerin en sağlam tarafını meydana getirmektedirler. Alimlerimiz “Cerh ve Ta’dil” denilen çok özel ve hassas bir yöntemle hadis rivayetçilerini çok ince ve titiz bir süzgeçten geçirmişlerdir. Onbinlerce raviyi tek tek incelemişler, böylece onların güvenilir olanını olmayanından ayırmışlar ve her bir branşta, onlarca ciltten oluşan pek çok eserler meydana getirmişlerdir. Dünya tarihinin hiç bir kesitinde bu kadar biyografi eserinin bir anda verilmemiş olması, bu çalışmaların nasıl olağanüstü bir gayretle yapıldığını ispat eder. Müsteşriklerin isnad metoduna güvenmemelerinin temel sebebi, onun sözlü bir usül olmasından dolayıdır. Yazılı olmayan, üstadın ağzından talebenin kulağına devredilen bu ilim anlayışı, onlar için güvenilir bir usül   olamıyor. Çünkü onlar, üstadın yalan söylemiyeceğinden veya talebenin duyduğunu değiştirmeyeceğinden bir türlü emin olamıyorlar. Zira, kendi yetiştikleri dünyadaki doğruluk anlayışları böyle bir şeyi mümkün kılmıyor. Aslında sorunları, kendilerinin çarpıtılmış değer yargılarında ve rayına bir türlü oturtamadıkları, ilimde doğruluk anlayışlarında yatıyor. Bizim sahip olduğumuz hadis metodolojisinde ise hadisin işiterek alınması, yani rivayet edenlerin bizzat şeyhlerinden duymuş olmaları, en sağlam ve en güvenilir metottur. Bu  yol, hadisin yazılı kaynağa dayanmasından çok daha sağlamdır. Müsteşriklerle anlaşamamamız daha ziyade, ilim anlayışımızdaki bu metodoloji farklılığından kaynaklanıyor. Onların kasıtlı yaklaşımları ise işin diğer bir vahim yönü. Sonuç olarak şunu söylüyoruz: Hz. Peygamberin hadislerinin dindeki yeri pek ulvidir. Kur’an’dan sonra ikinci sırayı alır. Ayrıca onlar çok sağlam temeller üzerine kuruludur. Müsteşrikler dahil, kafirler istemese de Allah dinini tamamlamıştır.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy