Ülkemizde gün geçmiyor ki Suriyeli mültecileri birer nefret objesi haline getirmeyi amaçlayan bir yalan veya iftira dolaşıma sokulmamış olsun. Sığınmacıların yoğunluğuna ve uzun süren misafirliğine bağlı önlenemez bazı sıkıntılar, bu yalan ve iftiraların kolayca alıcı bulmasını da sağlıyor. Çoğu zaman isnat edilen suçlamaların asılsızlığı resmî makamlarca ortaya konsa da atılan çamurun izi kalıyor. Fakat bu çamurlar, sığınmacılardan ziyade bizim vatandaşlarımızın kalbinde ırkçılık/ kavmiyetçilik karası diyebileceğimiz bir izi, bir lekeyi büyütüyor. Bir kısım insanlar, Suriyeli veya Afganlılarla ilgili pek çok iddianın yalan olduğunu, meselenin doğrusunu bilip öğrendikleri halde Talha en-Nümeyrî gibi davranmayı seçiyorlar.
Talha en-Nümeyrî, Asr-ı Saadet’te Arap Yarımadası’nın doğusundaki Yemame bölgesinde yaşayan Benî Hanife kabilesinden bir şair. Hicret’in son senesinde aynı kabilenin reisi olan ve peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan Müseylimetü’l-Kezzâb’ı destek için ziyaret eder. Bu ziyaretinde Müseylime’ye şöyle der:
– Senin yalancı olduğunu biliyorum ama yine de Mudar’ın doğru sözlüsünü Rebîa’nın yalancısına tercih edecek değilim.
Nümeyrî, “Mudar’ın doğru sözlüsü” derken Efendimiz aleyhissalâtu vesselamı kastetmektedir. Çünkü O’nun mensubu bulunduğu Kureyş, Arap kabilelerinin nispet edildiği dört büyük koldan biri olan Mudaroğulları’na bağlıdır.
“Rebîa’nın yalancısı” dediği ise Müseylime’dir. Yalancı peygamber Müseylimetü’l Kezzâb’ın kabilesi Benî Hanife de yine dört büyük koldan biri olan Rebîaoğulları’nın şubelerindendir.
Nümeyrî’nin, “Benim kabilemin yalancısı, kötüsü, haksızı; başka kabilelerin dürüstünden, iyisinden veya hakkaniyetlisinden üstündür” anlamına gelen bu sözü, Cahiliye asabiyesinin tipik bir tezahürü olarak sıkça zikredilir kaynaklarımızda.
Cahiliye asabiyesi
Asabiye(t), kişinin ait olduğu topluluğa bağlılık, yakınlık ve muhabbet duygusudur. Fıtrîdir ve insanları mensubu oldukları aileyi, kabileyi, kavmi, soyu, camiayı korumaya, savunmaya, desteklemeye; o toplulukla dayanışmaya sevk eder. Dinimiz, meşru dairede kalmak kaydıyla buna izin verir.
Fakat ölçüsüz sevginin bir üstünlük vehmine, savunma gayretinin de saldırıya maruz kalındığı kabulüyle hastalıklı bir öfkeye yol açması, asabiyeyi meşru dairenin dışına çıkarıp bir münkere dönüştürür.
İşte cahiliye asabiyesi, ilâhî ölçülerin ihlaliyle münkere yahut masiyete dönüşen asabiyedir. Cahiliye nitelemesi bu tür asabiyenin hem cahillik hem de İslâm’a taban tabana zıt bir yöneliş olduğunu anlatır.
Cahiliye asabiyesinde, üstünlüğün takvada olduğuna dair ayet ve hadislerde açıkça ifade buyurulan hakikate muhalefet vardır. Üstünlük ırk, kavim, kabile, ten rengi gibi insanın kendi tercihi olmayan beşerî özelliklerde yahut gelip geçici dünyevî imkânlarda aranmaktadır. Bununla da yetinilmemekte, başka mensubiyetlere sahip herkes aşağılanıp her türlü haksızlığa, hukuksuzluğa, zulme müstahak görülebilmektedir. Bu yüceltme ve aşağılamalara tarihten yahut münferit olaylardan bulunan gerekçeler bugüne taşınmakta veya genelleştirilmektedir.
Kısaca cahiliye asabiyesi, ilahî ölçüleri ve akl-ı selimi devre dışı bıraktıran nefsanî tepkilerden ibaret bir zorbalık, fert veya toplulukları kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyleri başkalarına yapmaya sevk eden bir ahlâksızlıktır. Ve elbette büyük günahtır.
Bu sebeple ayet ve hadislerde cahiliye asabiyesinin bütün çeşitleri gibi ırkçılık yahut kavmiyetçilik çeşidinden de şiddetle sakındırılırız. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vessellem, pek çok hadis-i şerifinde böyle bir günaha yönelmememiz için ikazlarda bulunur. Bunlardan birinde buyurur ki:
“Kim (yoldan çıkmış bir topluluğun açtığı) asabiye bayrağı altında savaşır, insanları asabiyeye çağırır, asabiyeye yardım ederken ölür veya öldürülürse, cahiliyye ölümü üzere ölmüş olur.” (Müslim, İmâre 57)
Kör-kütük bir yöneliş
Konuyu dağıtmadan, ırkçılık/kavmiyetçilik bağlamında bu hadis-i şerif üzerinden ilerleyelim. Zikrettiğimiz hadiste Türkçeye “asabiye bayrağı” diye aktarılan “râyetin ımmiyye” ibaresi var. Râyet “bayrak”; ımmiyye veya ummiyye de “körlük” demek. Böylece bir yandan cahiliye asabiyesinin ırkçılık özelinde de hakikati görmeye mani bir körlük, gaflet, aldanma olduğuna işaret buyuruluyor. Diğer yandan ise bayrak açmanın bir çağrı anlamı taşımasından hareketle, ırkçılığın bazen münferit ve teorik tercih olmaktan çıkarılıp, toplu bir tepkiye dönüştürülebileceğine dikkat çekiliyor.
Şu sıralar biz de de böyle bir cahiliye gayreti var. Siyaseten oy devşirmek isteyen bir güruh, ummiyye bayrağı açmış durumda. Sığınmacılardan kaynaklı, her zaman ve mekânda yaşanılması kaçınılmaz sıkıntıları istismar ederek, abartarak, olmadı bunları uydurarak, insanları bu bayrak altında toplanmaya çağırıyor ve az sayıda da olsa taraftar buluyor. Bizim bir tek kardeşimizin bile cahiliye ölümü ile ölmesine razı olmamamız, bunun için de bu tavrın yanlışlığını ısrarla anlatmamız gerekiyor.
Sığınmacılar üzerinden körüklenen ırkçılık bir kere modern Batı’dan ithal anlayışla kabile asabiyesini de aşan katmerli bir cehalete, dehşetli bir körlüğe delalet ediyor. Zira kabile asabiyesinde daha ziyade şeref vesilesi zannedilen hallerle üstünlük iddiası varken, modern ırkçılıkta biyolojik anlamda bir üstünlük iddiası vardır. Batı ırkçılığı, kendileri dışında kalanları barbar, yabani, vahşi gibi nitelemelerle insan dışı bir kategoriye dâhil eder. Kaynakları paylaşmamaya, sömürmeye, bunun için gerektiğinde katliam yapmaya sevk eden bir bencilliğe dayanır.
İkincisi, Batı’dan ithal ırkçılık, Batılılar adına bir ırkçılığı sergilemek gibi bir ahmaklığın alametidir. Nitekim bizde ummiyye bayrağı açanların Arapça tabelalardan rahatsız olup İngilizce tabelalardan hoşnut olmasının başka türlü izahı yoktur.
Nihayet yine bizdeki gibi ötekini günah keçisi haline getirerek, şeytanlaştırarak yapılan bir ırkçılık, eksiklik hissinin tezahürüdür. Kişinin yetersizlik ve zaaflarını başkalarını aşağılayarak perdelemeye çalışmasından; ötekine nefret duyarak statü kazanma, olmayan kişiliğini var kılma gayretinden ibarettir.
Cehenneme kadar giden yol
Irkçılık ve kavmiyetçiliği cahiliye asabiyesinin birer çeşidi oldukları için birlikte andık ama kavmiyetçilik her zaman ırkçılık anlamına gelmeyebilir. Ancak böyle olması, meşru ölçülerin dışına çıkan kavim bağlılığı ve muhabbetinin cahiliye asabiyesi sayılmasına mani değildir.
Kavim; kültür diye de adlandırılan, ortak din, tarih, coğrafya, talim ve terbiyenin kazandırdığı duyuş, düşünüş ve davranış tarzının birbirine benzettiği topluluktur. Dolayısıyla birisi, “Ben İslâmî açıdan da fazilet kabul edilen kavmime mahsus duyuş, düşünüş ve davranışlarla övünüyor, kavmimi bu faziletlerine istinaden yüceltiyorum” diyebilir.
O takdirde böyle bir asabiyenin meşruiyeti, bunu söyleyenin bahsettiği faziletleri kuşanıp, o kavme mensubiyetini hal ile göstermesini gerektirir. Yani “Türkler misafirperverdir, âlicenaptır, diğergâmdır, mazluma kucak açar, zalime karşı durur, kendisine sığınanı düşmanına teslim etmez” deyip, bütün bunların aksi bir tutumu sergilemek, velev ırkçı olmasın, kişiyi cahiliye asabiyesinden kurtarmaz.
Konuyu Müttakî el-Hindî kuddise sırruhû hazretlerinin Kenzü’l-Ummâl’inde naklettiği ibretlik bir sahneyle bağlayalım:
Hicret’in ilk aylarında Kays b. Mutada isimli Medineli bir münafık, Ensar ile Muhacirlerin sohbet ettiği bir meclise denk gelir. Yüksek sesle;
– Şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Süheyb, şu Farslı Selman... Bunlar Arap olmadıkları halde hangi cüretle Araplarla eşitmiş gibi oturup onlarla sohbet edebiliyorlar, diye hayıflanır.
Bu sözler, mecliste bulunan delikanlılık çağındaki Muaz b. Cebel radıyallahu anhunun canını sıkar. O, karşılaştığı her durumda İslâm’ın hükmünü öğrenmek üzere Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesselleme müracaat eden bir gençtir. Mutada’nın yakasına yapışır;
– Seni Resûlullah’a götüreceğim ve bu söylediklerinin İslâm’daki yerini soracağım, diyerek onu Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin huzuruna çıkarır, olan biteni anlatır. Allah Resûlü’nün mübarek yüzünde öfke ve üzüntü çizgileri belirmiştir.
– Bilmiyor musunuz ki sizin Rabbiniz birdir. Babanız ananız birdir. Arab’ın Arap olmayanlara, Arap olmayanların da Arab’a üstünlüğü yoktur. Üstünlük Allah’a iman ve itaatte, takvadadır, buyurur. Bunun üzerine Muaz b. Cebel radıyallahu anhu;
– Ya Resûlallah, aramıza fitne sokan bu adamı ne yapayım, diye sorar. Resûl-i Kibriya sallallahu aleyhi vessellem;
– Bırak o adamı, buyurur; cehenneme kadar yolu var!
Bu yoldan ve bu yola çağıranlardan şiddetle sakınmak, başkalarını da sakındırmak lâzım öyleyse.