GERIDE KALANLAR O’NA İLERLEDIKÇE, İLERIYE GIDENLER DE O’NA DÖNDÜKÇE KURTULURLAR. ZIRA O’NDAN İLERISI İLERI DEĞIL, HAKIKATTE GERIDIR. O’NA YAKIN OLAN HAKK’A YAKIN OLUR, UZAK OLAN DA HAKK’A UZAK.
O’nun hakkında söze nasıl başlanır? O zaten sözün evvelidir. O’nun hayatı nasıl anlatılır? O zaten hayatların vesilesidir. Bütün kitaplar O’nun getirdiği kitabı anlamak içindir. Bütün ahlâk okulları O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak içindir.
Hak Teâlâ O’nun için “Sen olmasaydın ey Habibim, âlemleri yaratmazdım” dememiş midir? O’nun doğumu nasıl anlatılır? Doğumun kendisi bile yokken O vardı. “Âdem su ile çamur arasında iken ben nebi idim” hakikati O’nun dilinden dökülmüştü.
Ve O’nun bu dünyadan ayrılıp ebedî âleme gidişi nasıl ifade edilir? Ölüm bile O’na temas ettiği için güzelleşmişken. Şair güzel söylemiş: “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber.” O hangi kelimelerle övülebilir? O’nu Âlemlerin Rabbi ve melekler övmüşken.
İçimizden biri
Yüce Mevlâ’nın bu ümmete ihsan ettiği nimetlerin en büyüğü O’nun bize peygamber olarak gönderilmesidir. Katından bir lütuf ile O’nu bize peygamber ve âlemlere rahmet olarak gönderene şükürler olsun. O’nun gönderilmesiyle dünyanın ve âhiretin hayırları tamamlanmış, Allah Teâlâ’nın kulları için razı olduğu din kemâle ermiştir. Nasıl ki bir meclisin en büyüğü en son teşrif ediyorsa, yeryüzündeki peygamberler meclisine de en son O teşrif etmiştir. O’nun gelişi bir güneş gibi kendisinden önceki bütün aydınlıkların hükmünü sona erdirmiş, O’nun nuru bütün âlemleri aydınlatmıştır.
Hakk’a iman O’nu kabulden geçer. “Muhammedün Resûlullah” demeyenin “lâ ilâhe illallah” sözü geçersiz olur. Hakk’ı tanımak O’nu tanımaktan geçer. O’nu tanımayan hiçbir şeyi tanıyamamış, O’nu sevmeyen hakiki sevgiyi tadamamıştır. O’nun hayatının bir ayrıntısını bilmek bile büyük bir ilimdir. Bütün irfan mektepleri O’nu tanıtmak içindir. Bütün ilimler “O’na sorulsaydı ne cevap verirdi?” sorusunun cevabına ulaşma gayretinden ibarettir. Bütün
Başlangıç da orta da son da O’dur. Geride kalanlar O’na ilerledikçe, ileriye gidenler de O’na döndükçe kurtulurlar. Zira O’ndan ilerisi ileri değil, hakikatte geridir. O’na yakın olan Hakk’a yakın olur, uzak olan da Hakk’a uzak.
Dünya cahiliye döneminin zirvesindeyken çölün kıyısında bir şehirde, Mekke’de, bir evden doğum haberi geldi. Bu doğum bütün doğumların rahmet vesilesiydi. Anne bir çocuk değil, adeta âleme nur doğurmuştu. Doğumun olduğu an adeta kıyamete kadar tüm zamanları kapsayan bir andı. Doğumun gerçekleştiği mekân herhangi bir ev değil, adeta duvarları bütün dünyayı çevreleyen bir hane-i saadetti. Kısaca bu doğum herhangi bir çocuğun doğumu değil, adeta kâinatın yeniden doğumu idi.
Artık şu dünyanın havasından öyle birisi nefesleniyordu ki verdiği her nefes adeta dünyaya can katıyordu. Artık şu yeryüzüne öyle birisi ayak basıyordu ki sanki kurumuş toprakların yağmurla hayat bulması gibi temas ettiği her yer ve her şey O’nunla yeşeriyordu. Sanki canlı cansız bütün varlıklar O’na hizmet için sıraya girmişti.
Ne var ki bundan henüz sadece insanlar gafildi. Mekkeliler O’nu sıradan bir insan zannediyorlardı. Onlara göre O da herkes gibi büyüyecek, yaşayacak ve ölüp gidecekti. Nereden bileceklerdi ki bir gün gelecek bu çocuk adlarını dünyaya duyuracak, onları dünyaya hakim kılacak, kendisine tâbi olanları aziz, olmayanları zelil edecekti. Kim bilebilirdi ki bu çocuk sadece dünyaya değil, âleme nizam verecekti.
Bir beşer olması nedeniyle O da çocukluk ve gençlik yıllarını basit ve sade bir hayatla geçiriyordu. Tek ve büyük bir farkla ki, ahlâkı kâmil ve mükemmeldi. Nasıl olmasındı ki ahlâkın kendisi bile O’nunla kemâl seviyesine eriyordu. Her daim doğru sözlü, güvenilir, sâdık, mütevazi, kanaatkâr, vefakâr ve yumuşak huylu idi. Yalancılıktan, iftiradan, hıyanetten, kibirden, riyadan, hırstan, öfkeden uzaktı. O Âlemlerin Rabbi’nin muhafazası altında büyüyordu. İnsanlar O’nun hallerini hayranlıkla izliyordu.
Sonra nübüvvet, sonra hicret, sonra izzet. İslâm’ın ışığı artık her yerden görülüyordu. Dünyanın geri kalanında şu sorular soruluyordu: Çölden gelen bu ses kimin sesiydi? Bu çöl insanlarını dünyanın en asil insanları yapan kimdi? Davası, mesajı neydi?
Hürmetin ve reddin sonuçları
Devrin hükümdarlarına mektuplar gönderilip Allah’ın dinine davet edilirken bu daveti kabul edenler felâh buluyor, reddedenler hüsrana uğruyordu. Kendisine gelen mektubu yırtan Pers İmparatoru “Allah da onun mülkünü paramparça etsin” karşılığını alıyor, sonra oğlu tarafından öldürülerek yirmi sekiz yıllık tahtını kaybediyor, bir süre sonra da ülkesi tamamen fethediliyordu. Daveti kabul etmeseler de hiç değilse mektuba saygı gösterenler ise bir müddet daha zaman kazanıyordu. Doğu Roma İmparatoru mesela. Mektuba özen gösterip sakladığı haberini alan Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem “O mektup onda olduğu sürece taht onun soyunda kalacaktır” diyordu. Öyle de oluyordu.
Sadece mesaja hürmet bile böyle sonuçlar doğururken kabul etmek nasıl bir nimete erişmekti acaba? Ve yine sadece mesaja edepsizlik yapmak dahi mülkü paramparça etmeye sebep olurken, kim bilir inkâr etmek ne büyük hüsran demekti?
Bütün bunlar olurken Sahabe-i Kiram büyük bir dikkat ve özenle dikkatle O’nu takip ediyordu. İnsanoğlunun yaratıldığı andan bugüne kadar Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem gibi her anı bu kadar dikkatle takip edilen, her davranışı böyle örnek alınan, her sözüne bu kadar ihtimam gösterilen, her cümlesi bu kadar hafızalarda tutulmaya çalışılan başka bir insan olmamıştır ve bundan sonra da olmayacaktır. Çünkü O, kendisi ile kıyamet arasındaki her faydalı ilmin, her güzel ahlâkın, her iyi işin, her hikmetli sözün kaynağı idi. İnsan onurunu zedeleyen her kötü ve çirkin iş, her kötü ahlâk, her kötü söz O’nunla yasaklanıyordu.
Nihayet din kemâle erdi, vahiy tamam oldu ve hüküm verildi. Doğan her canlı ölür ama bu nasıl izah edilir bilinmez bu sefer. Diller susar, dudaklar kurur, gözler yaşarır, kalpler hüzünlenir. Ölüm hep acı olsa da bu kez bir başka acı verir. Bir yandan “O bile öldüyse ölüm güzel olsa gerek” diye düşünülürken bir yandan da ayırdığı için ölüme sitem edilir. Bu acı ve sitem, Hz. Ömer radıyallahu anhuya “Resûlullah öldü diyeni kılıcımla iki parça ederim!” dedirtir. Fakat madem ki Allah Teâlâ O’nu içimizden biri olarak gönderdi, madem ki O da bir beşer ve kul idi, o halde zâhirî ayrılık da kaçınılmazdı. Fakat O’nu hep aramızda kılmak şimdi ümmetin üzerinde büyük bir vazife idi.
O, âhirete irtihal ederken ashabının her birini “takip edilecek yıldızlar” olarak nitelendirmişti. O yıldızlar da âleme yol göstermek için derhal dünyaya yayıldılar. İnsanların istikametini Kur’an’a ve Sünnet’e yöneltmek için gayret ettiler. Bu gayret nesilden nesile intikal etti, halen devam etmekte.
Unutulmamalıdır ki Efendimiz’in hayatı diğer tüm hayatların, zamanların ve mekânların bir numunesidir. O’nun hayatında yaşanabilecek her durumun bir misali, bu misallere karşı takınılması gereken her tavrın bir örneği vardır. Ve kıyamete kadar her zaman, mekân ve insan O’nun mesajının doğrudan muhatabıdır.
O halde bize düşen, O’nun ve yıldızları olan ashabının yaptığı gibi Asr-ı Saadet’i bugüne, bugünü de Asr-ı Saadet’e yaklaştırmak için içimizde ve dışımızda gayret içinde olmaktır. O’nu anmanın, sünnetine uymanın en güzel yolu bu olsa gerektir.