Aramak

Özgürlük Bir Serap İmiş

Bir çok kavramı noksan ve yanlış anladığımız gibi, hürriyet kavramını da noksan ve yanlış anlamaktayız. Bir gün balını yedirirken, ikinci gün zehrini sunan dünya hayatının oyun ve eğlencesini gerçek bir hayat ve saadet sandığımız gibi; kırlarda, vadilerde, dağların zirvesinde, engin denizlerde dolaşmayı, fezanın derinliklerine açılmayı ve hayatı dilediğimiz gibi sorumsuzca yaşamayı da gerçek bir hürriyet zannederiz.
Bu dünyada bize hayat, saadet ve hürriyet gibi gözüken her şey, asıl hayat, saadet ve hürriyetin sadece birer habercisi olmaktan ibaret... Burada saadet, hürriyet ve hayat diye tattığımız hazlar, ebedi alemdeki gerçek hayat, hürriyet ve saadeti anlamamız için birer ipucu, birer anahtar kavram mesabesindedir. Can Yusufu beden kuyusuna, ademoğlu da esfeli safiline, yani aşağıların en aşağısına düştü düşeli, kaybettiği saadeti hep yanlış yerlerde arayıp durdu... Cennet nimetlerinin bu alemdeki sahtelerine bağlanıp kaldı. Yani hep seraba koştu. O alemdeki hürriyeti buradaki hürriyetle, o alemdeki hayatı buradaki hayatla, o alemdeki saadeti buradaki saadetle karıştırdı. Sonra insan, maksadını, taşıdığı kıymeti, omuzladığı vazifeyi unuttu. Kısaca, ebediyet yolcuları yol üstündeki hanları vatan tutup kaldılar. Sıla erişilmez oldu. Bu alemde hasretini çektiğimiz her şey, o kutsi alemdeyken tattığımız nimetlerdir. Hasretimizi, o ebedi nimetlerin bu alemdeki sahteleriyle ünsiyet etmekle dindirmeye çalışır, gönlü avuturuz. Ruhlar aleminden bugüne kadar adeta bir sürgün ve mahpus hayatı yaşayan insanın özlemleri içerisinde hürriyet de vardır. İnsanlık, hayatı boyunca bu hasreti duyarak yaşamış, fakat gerçek manada hürriyetini elde edememiş ve hep esaretle tanışmıştır. O, kaybettiği gerçek hürriyeti dünyada başıboşlukta ve sorumsuzlukta arayıp durmuş. Serazat bir hayat sürmeyi hürriyet sanmış. Nefse uymayı hürriyet, onu gerçek hürriyete kavuşturacak imana ve ibadetlere bağlanmayı da esaret olarak mütalaa etmiş. Masmavi gökyüzüne dalıp dinlenmemize, yemyeşil, rengârenk kırlarda koşup eğlenmemize rağmen, esaretimizi duyumsayarak yaşamışız hep. Halimiz, ahvalimiz ve içimizdeki gizli bir ses, bize bir esir olduğumuzu mütemadiyen fısıldamış durmuş. İçimizdeki bir his hürriyetin başka diyarlarda olduğunu söylemiş hep. Oynayan, gülen ve şu hayatın her türlü lezzetlerine duyularını açmış insanların şarkılarında bile “neden sanki dünya, dar gelir insana” mısralarını duymuşuz. Bu mısra, kendini hür sanan bir insanın trajik ve musikiye dönüşmüş feryadıdır aslında... Zamana, kadere ve ölüme mahkum insan, maalesef gerçek manada hür bir varlık değil. Gerçek hür olan, yarattıklarına ihtiyaç duymayan ve kendisini “Allah sameddir.” yani hiçbir varlığa muhtaç değildir diye öven Yüce Rabbimiz’dir. Her hayır O’nun elinde olduğu gibi, hürriyet nimeti de onun elindedir. O, iman edip de salih ameller işleyecek, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edecek olan kullarına, zamanın, mekânın, nefis karanlıklarının ve günah zindanlarının kayıt ve sınırlarını aşma yollarını göstererek, hürriyet diyarı olan cennetlerine çağırmaktadır. O, bir, hür ve samed olan Rab, binbir çeşit ihtiyaçla kayıtlı, sınırlı ve onlara mahpus kullarının gerçek hürriyet ihtiyacına cennetle cevap veriyor, onları “selam yurdu”na davet ediyor. Kullarını kendine kulluğa çağırıyor ki, bu kulluğun ruhunda insanlığın hürriyeti yatmakta. Ve bu mukaddes davete icabet eden ruhlar, o uhrevi hürriyetin tadını İslâmi amellere sarılmakla, daha bu esaret diyarında duymaya başlıyor. Kul, kelime-i tevhidle cümle hayırların kapısını açtığı gibi, gerçek hürriyetin de kapısını açmış olur. Bütün sahte ilâhların esaret ve kulluğuna, köleliğine paydos diyerek, gerçek ve hak mabud olan Allah’a kul olmanın gerçek hürriyetiyle; dünya ve ahiret zindanlarından azatlık muştusuyla müjdelenmiş olur. Namaz müminin miracıdır ve bir bakıma onun hürriyete kanatlanışını ifade eder. Maddi kayıtlardan kurtuluşunu, maddi sınırların ötesinde manevi alemlere seyrini gerçekleştirir. Samed olan Allah’ın hür, bir, hayy ve lâyemut (ölmez) olan Rabbimiz’in huzuruna yükselir, onu esir eden bütün kayıtların duvarlarını yıkar, perdelerini aralar. Namaz bu vechesiyle hürriyet demektir ve ezanlar birer hürriyet çağrısıdır. Her “hayye ale’l felâh” çağrısının özünde, “dünya zindanından, günah bataklarından kurtuluşa geliniz!” davetini duyumsarız. Yalnız namaz mı? İslâm’ın bütün amelleri insana gerçek manada bir hürriyet vaad eder. Kul oruçla adeta samediyat ahlâkına bürünür, adeta melekleşir. Yeme ve içme arzularının kayıtlarından kurtulur, ruhunu bu alemin süfli hazlarının mahpesinden böylece kurtarmış olur. Az ile kanaat eder ve eşyaya bağımlılığın zincirlerini parçalar. Zekatla, sadakalarla, Allah yolunda harcadığı paralarla, mal sevgisinin esaretinden kurtulur. Paranın, kendisi üzerindeki hakimiyetini yıkar. Mal ve servetin idare ettiği zavallı bir mahkum değil; para ve servete hakim bir kul, hür bir irade oluverir. Kıyamet günlerinin karanlıklarından bir karanlık olan cimriliğin zulmetinden, cömertliğin aydınlığına kavuşmuş olur. Hac da bize hürriyet yollarını açan bir ibadettir... Kulu yok oluşa, cehennem zindanlarına çağıran, ebedi hürriyetini çalmak isteyen nefis ve şeytanın gel çağrısına mukabil, ona ebedi cennetlerde gerçek hürriyet nimeti vaad eden Rabbinin gel çağrısına icabettir hac. “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk / Geldim, Allah’ım sana geldim” yakarışları, Allah’a yaklaşmadaki, O’na kul olmadaki hürriyeti teneffüs ettirir. Uzak diyarlardan gelerek, Kâbe’nin şahsında arşa doğru, “ufuku’l alâ”ya doğru bir sefer başlamış olur. Evet... Hürriyet, Allah’a isyan ile geçirdiğimiz bir ömrün sorumsuz ve serazat bir biçimde tüketilmesi; dünyanın ve fezanın derinliklerinde yüzmek, engin denizlerde dolaşmak, dağların zirvesinde sahte kaçış havasını solumak değildir... Ve nefsani arzularımızın emrinde “ye, iç, gül, oyna, çünkü çok kısa ömrün” gibi telkinlere uyarak yaşadığımız hayat, asla hür bir hayat değildir. O, hürriyet gibi gözüken bir tuzak ve bir seraptır ancak...
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy