Aramak

Rehbersiz Akılla Nereye?

İstişareden mahrum bir akıl, şımarık, haddini aşan, kendi acziyetine karşı kör ve mağrur bir meleke... Alemlerin Rabbi Allah göklerin ve yerin nuru olduğu gibi, aklın da nurudur. O’nu inkar eden akılların, Allah’ın nurundan nasipleri yoktur. Vahiyle istişare etmeyi reddeden akıl, binlerce yıllık tekamülü içerisinde, adeta köstebek dehlizlerinde yol alan bir seyyah... Veya, uçsuz bucaksız bu evrende, titrek aleviyle yapayalnız ışıldayan bir kandil... Allah’tan firar eden insanlık ise, bu kandilin loş ışığında yol almaya çalışan şaşkınlar kafilesi...
İnsanlık, her çağda kendisine saadet verecek bilgiyi arayıp durdu. Bulduğu her bilgi kırıntısını faydalı-faydasız demeden bilgi dağarcığına koydu, kitapla kayıt altına aldı ve sonunda dünyamızı bir bilgi mezbelesi haline getirdi. Fakat bildiğimiz ne? “Ben neyim, kimim, nereden geldim ve nereye gidiyorum?” gibi, kendimizi ve varoluş gayemizi anlamaya yönelik bu tür suallerin cevapları halâ verilebilmiş değil... Asra bilgi çağı adını vermekle övünürken, gerçek saadeti veremeyen lüzumsuz bilgiler batağında boğulmak ve saadetimizi kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzun farkında mıyız acaba?

 Bilgi Çok, Hakikat Nerede?

Vahyi hiçe sayan filozoflarla uzun bir düşünce macerası yaşandı. Neticede insanlık halâ bedbaht. Bu kadar çok bilgi ile insanlık mağrur, ama mağrur olduğu kadar da mutsuz... Çağımızda aklın üretimi talebin kat kat üstünde gözüküyor. Karşımızda bir bilgi ummanı dalgalanmakta. Ama ölü bir umman... Derinliklerinde hikmet incileri gülümsemiyor. Bu deryanın derinliklerinde, sadece vahiyden nasipsiz aklın hezeyanları kaynaşmakta. Öyle bir deniz ki, insanı yutan girdapları var. Kısaca, çoğunlukla faydasız bir bilgiler ummanıyla karşı karşıyayız. Artık bu çağda insanlık, Sevgili Peygamber Efendimiz (A.S.)’in “Allah’ım faydasız ilimden sana sığınırım!” diye Allah’a iltica ettiği bir bilgi okyanusunun içinde bulunuyor. Bu bilgiler, insanlığa edebi saadetin yollarını göstermekten çok uzak. Ruhumuz aç... Beslenmesi bile bilimselleşen bu bilgi çağının insanı, aklı, kalbi ve ruhuyla, açlığın ızdırabını yaşamakta... Terliksi hayvanı, kurbağaları, mikro organizmaları biyoloji derslerinde çok iyi öğreniyoruz, ama insanı, onun hakikatini, ruhunu ve hayat gayesini öğrenmeye halâ sıra gelmedi... İlahi mesaja kulak tıkayarak gerçek bilgiyi arama yollarına düşmüş filozofların, geceleyin yaktıkları ateşin geçici ışığında yürüyen, ışıkları sönünce de karanlıklarda kaybolup giden insanlardan farkları ne? Aklın fanussuz kandili, deli rüzgarlara ne derece dayanabilir? Bilim ve teknolojiden mutluluk uman günümüz insanı, çölde su diye seraba koşan ve orada aradığını değil, hüsranı bulan insandan daha mı az hayal kırıklığı içerisinde? Asrımızda ruhu aşksız ve aç; aklı ışıksız bırakılan insanlardan feryatlar yükselirken, filozoflar ve rehberlik uzmanları acaba ruhlara gerçek bir aşk, akıllara ebediyeti gösteren bir ışık verebilmiş midir? ‘Ben kimim ve şu uçsuz bucaksız alemler ortasında işim ne?’ sorularının cevabını, “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” diyen ilahi bilgi olmasaydı, hiçbir filozoftan asla alamayacaktık. Vahyi reddeden düşünce, vahye tabi olmamakla güya aklın hürriyetini ilan etti. Oysa başıboş akıl, özgür bir akıl demek değil ki... Sadece kendi cılız ışığıyla sonsuz karanlıkları aydınlatma iddiasıyla küstahlaşan bir cüce... Asrın olanca bilgi dağlarına rağmen, ruhun buhranları dinmek bilmiyor. Artan lüks ve refaha paralel olarak, yalnızlığımız ve bencilliğimiz de artmakta... Bu alemde her şey bir şeye muhtaçken, akıl neden halâ uçsuz-bucaksız yollarda yapayalnız yürümeyi tercih ediyor?

 Akıl Vahiyle Değerlidir

Oysa vahye ve peygamberlere tabi olan bir akıl, sonsuz nuru görmüş, onun ışığında hep Allah’a koşmuş ve O’nu bulmuştur. Vahiy, aciz ve noksan aklın zaaflarını, eksikliklerini tamamlamış ve insanın ebediyete yolculuğunda daima imdadına koşmuştur. Kısaca vahiy, aklın ışığını, nurunu tamamlamıştır. Bu yüzden Allah’ın mesajı ile, O’nun rasulleri ve rasullerin vârisleri ile istişare halinde olan  akıl, sevgili Peygamberimiz Efendimiz (A.S.)’in “Mümin, akıldan daha büyük bir nimetle rızıklandırılmadı” hadisiyle övülüyor. Bu yüzden gerçek akıl filozoflarınki değil, daha üstün ve mükemmel bir aklı yoldaş edinen ve kendi zaaflarını gören akıldır. İlahi nura kendini kapatarak çağımıza kadar başıboş bir yürüyüş ve tekamül ile gelen akıl ise, halâ şaşkın ve şaşkın olduğu kadar da saptırıcı... İnsanlığı adeta köstebek dehlizlerine sokmuş. Fakat o halâ kılavuz olma iddiasında... Bu akıl neden ilahi istişareden kaçıyor? Vahyin ışığı aklı incitecek, onun kadrini zedeleyecek ne yaptı ki? Vahiy, kibrinin karanlıklarında yolunu yitirmiş beşeriyete: “Nereye gidiyorsunuz? Gittiğiniz yollar çıkmaz... Önünüz ölüm ve karanlıktır!” diyen ilahi bir ses ve bir kurtuluş çağrısıdır... Aklı ve deneysel bilgiyi tanrılaştıran düşünce ise insanlığa şunu söyler: “Sen tek ve eşsizsin, kendi kendine yetersin. Ötelerin sesine kulak tıka ve onu çağdışı ilan et. Bu hayat ve madde sana yeter. Yalnızca kendine güven, sen tek başına her şeysin. Hayatın ve ölümünle ilgili her çare sende. Aklın sana tanrılaşmanın yollarını gösterecektir.” Sonuç?!. Binlerce yıllık serüvenine rağmen, halâ ideal bir toplum örgüsünü dokuyamayan, bütün cepheleriyle çürüyen ve çürüten inkârcı insan, ilahî kaynaklarıyla istişareyi reddeden aklının cılız ışığında, düştüğü karanlık  dehlizlerde, burnunun doğrultusunda köstebek yürüyüşüne devam ediyor. Ve bu insan Rabbi’ne isyanda hürriyet ararken, kendi hevasına mahkum ve mahpus bir ruhuyla kıvranıp duruyor. Olanca bilgisine rağmen Goethe, son nefesinde “biraz ışık” diye inlemişti. İslâm’ın şahika alimi, Gazzali (R.A.), aklıyla çıktığı hakkı arama yolculuğundan yorgun düştükten sonra: “Gördüm ki; akıl sınırlıdır. Yolu ve bu alemdeki vazifesi kaderle çizilidir. Onunla erilmez. Anladım ki her şey, Rasul’ün ruh feyzine tutunmaktan ibarettir. Ona yapıştım ve kurtuldum.” derken, filozof Bergson da, “Bana Allah gerek; filozofların anlattığı değil... Peygamberlerin bizi haberdar ettiği Allah gerek...” der. Sonra o peygamberleri sayar. Fakat Sevgili Peygamber Efendimiz (A.S.)’e gelince susar. Zavallı akıl!.. İşte böyle tam saadet denizinin kıyısına gelmişken nefsine uyar ve saadeti kaçırıverir. İşte, aklın yalnız kendi burnunun doğrultusunu aydınlatan ışığında, derbeder ve şaşkınca yol alan zavallı beşeriyet, vahye, yani Allah’ın kitabına danışsa, akıllarını ve bütün varlıklarını Allah’a teslim etmiş mükemmel akıllarla takviye etselerdi, insanlık bu asırdaki çıkmazlara saplanıp kalmayacaktı. Biraz ışık diye inlemeyecek Bergson gibi son anda saadeti kaçırmayacaktı... İnsanlığa, filozoflar ve madde çıkmazında çırpınmayı bilimsel faaliyetler zanneden inançsız bilim adamları değil, peygamberler gerek. Buyurun bir ayet meali... “... Cennettekiler derler ki: ‘Hidayetiyle bizi bu nimete kavuşturan Allah’a hamd olsun, Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimiz’in elçileri gerçeği getirmişler.’ Onlara: ‘İşte size cennet... yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız.’ diye seslenilir.” (Araf/43)  
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy