Aramak

Rumeli Şehirleri ve Kosova

Üsküp'ten önce Kalkandelen'e doğru yola çıkıyoruz. Gostivar ile birlikte en fazla Türk'ün yaşadığı bir yer burası. Makedonlar ona Tetova diyorlar. Makedonya'da Türkler hep azalmaktalar, çünkü Türkiye'ye göç etmekteler. Neredeyse Osmanlı'nın son bakiyeleri de Osmanlı'nın merkezine dönüyorlar. Demek ki bir tarih daha sona erecek bir süre sonra.
Kalkandelen'de Harabat Baba Tekkesi'ni ziyaret ediyorum. Burası çok iyi korunmuş bir Bektaşi tekkesi ve 16. yüzyılda devlet hizmetini bırakıp dervişliğe başlamış bir Osmanlı paşası, Sersem Ali Baba tarafından inşa ettirilmiş. Tekkenin içinde pek çok bina, türbeler, mezarlık var. Ama binaların yarısı komünizm zamanında otel ve lokanta haline getirilmiş. 50 sene kapalı kalmış. Şu andaki Bektaşi babasının evi bir gül bahçesinin içinde. Bahçede sarıklı mezar taşları var. Baba güllerin altını çapalarken selamlaşıyoruz. Bana ısrarla Türk kahvesi ikram ediyor. Osmanlı'nın resmi tarikatı uzun süre Bektaşilik olmuş. Aynen bugünkü Amerika'da da Protestanlığın alt kollarından Episcopelianlar veya Presbyterianlar gibi. Bektaşi baba ümitli, mürid sayısı artıyormuş. Arkasındaki kitaplıkta Nehcu’l Belağa'nın Arnavutçası'nı görüyorum. Türkiye'ye de geldiğini ve buradaki Bektaşiler ile görüştüğünü, onlardan yardım aldığını söylüyor bana. Makedonya ve Arnavutluk'ta 14'e yakın tarikatın varlığını halâ sürdürdüğünü ekliyor. Kalkandelen'in bu huzurlu köşesini terkedip Ohri'ye doğru dağ yollarından geçip gidiyoruz. Dağlar kırmızı ve sarı tonlarla bezenmiş. Ohri şehri ve gölü, aynen bir elmas gibi Makedon dağlarını süslüyor. Arnavutluk'la sınır olan Ohri kadar etkileyici bir göl şehrini bugüne dek görmedim dersem, yalan olmaz. Çok şirin bir şehir, her Rumeli şehri gibi Osmanlı kaldırımları, Osmanlı çeşmeleri ve çınarlarıyla süslü. Minareler daha seyrek burada. Biz gelmeden bir hafta önce Ohri kalesinin içindeki bir Osmanlı camii, altında toprağa gömülü daha eski bir kilise var diye Makedonlarca yıkılmış. Halk galeyana gelmiş, ama yıkımı engelleyememişler. Öğle namazını Halveti dergahında eda ediyorum. Kapılar, türbeler, pencereler, post ve sedirler hep bizim, hep bizden. Dışarıdaki çarşının kargaşasını yok eden bir huzur mekânı burası. Halen bir şeyh varmış orada, ama sadece gelenek olarak devam ediyormuş. Rumeli'de şeyh geçinenlerin çoğu dinden nasibi olmayan, tarikatı babadan miras olarak gören kişiler. Zaten bu cehalet yüzünden buradaki Türkler arasında tarikat biraz da "sahtekarlık" ve "yozluk" manasına alınıyor. Ohri şehri Makedonya'nın sayfiye yeri. Mevsim sonbahar olduğu için aşırı bir kalabalıkla karşılaşmıyoruz. Göle serin, berrak suları Arnavutluk'tan akan bir ırmak veriyor, göl öbür taraftan başka bir ırmağa boşalıp akıyor. Bu kaynağa kadar gidiyoruz, oradaki etkileyici manastırı gölün üzerinde kayıkla gezerken temaşa ediyorum. Asırların dini inziva yeri, şimdi turistik bir inziva mekânı. Yani lüks bir otel olmuş. Ne yaparsınız, devran böyle.

Resneli Niyazi'nin Beldesinde

Ohri'den ayrılıp, Resne yoluna revan oluyoruz. Yani şu meşhur İttihatçı asibaşı Resneli Niyazi'nin memleketine. Rumeli böyle işte: Hem Osmanlı'nın ilim, irfan ve hikmet zirvelerini, hem de onu yok eden çıbanbaşlarını aynı yerlerde görmeniz mümkün. Akşam olduğunda şehre varıyoruz. Yol üzerindeki bir camide abdest almak için hareket ettiğimizde, bir kaç Türk genci bize havlu ve takunya veriyorlar. Çok misafirperver bu gençlerle, namazdan sonra sundukları çayları içerek kısa bir sohbet yapıyoruz. Resneli Niyazi'nin idareyi ele geçirdiğinde nasıl keyfince oradaki çarşıyı ve camiyi yaktığını anlatıyorlar. Caminin içindeki imam odasını Türkçe dini kitaplar süslüyor. Türkler'e Arnavut müftüyü, yani bizdeki diyanet işleri başkanı makamındaki adamı soruyorum. Hiç de hoş bulmuyorlar, resmi davetlerde şampanya içtiğinden bahsediyorlar. Bana bu tip bir yerden tanıdık geliyor, ama nereden acaba? Kucaklaşıp ayrılıyoruz. Geçerken Paris'teki Versailles sarayının bir örneğini görüyorum. Resneli Niyazi Paris'te okurken onu kopya edip, aynısını eşkıyalık yaparken yaptırmış. Burada bir Türk aileye misafir oluyoruz. Aile ellerindeki her şeyi ikram ediyorlar, ısrarlarımıza rağmen türlü türlü meşrubatlar, kekler hazırlıyor evin hanımı. Murad bey, Makedonya'daki Türkler'in, özellikle Arnavutlar'ın ırkçı yaklaşımından ve Osmanlı düşmanlığından dolayı daha fazla bu öz topraklarında yaşayamayacağından bahsediyor. Türkler en fakir sınıf, siyasi hareketleri hep güdük. Kızı Arnavut ile evliymiş, ama eşinin "sen Arnavut'sun, bir daha Türkler'le görüşmeyeceksin" diye baskı yapması sonucunda, bir hafta önce küçük kızıyla baba evine dönmüş. Hep beraber altmış metrekarelik evde yaşamaya çalışıyorlar. Bütün ülkedeki Türk ailelerde olduğu gibi, bu evde de sadece Türk televizyon kanalları seyrediliyor. Manastır'a ulaştığımızda ülkenin bu en büyük ikinci şehri, beni aynen bir Akdeniz şehri gibi sarıyor. Makedonlar ona Bitola diyorlar. Gece olmasına rağmen, iki tarafı Selanik veya eski İzmir'de görülen evlere benzer iki üç katlı yapılarla çevrelenmiş ana cadde tıklım tıklım. Ana meydanda müze yapılmış bir Osmanlı camii görüyoruz. Kapısında kızlı erkekli gençler flört ediyorlar. Orada fazla kalmadan Üsküp'e geri dönüyoruz.

Üsküp'e Dönüş

Üsküp'e dönmek, kendini bulmak demek. O akşam Galatasaray'ın bir İtalyan takımıyla kupa maçı var. Genelde Türkler'in geldiği Çarşı'daki bir kahveye gidiyoruz. Kahvede sürekli maçı verecek kanalın yayını var zaten. Maç saati geldiğinde kahve hıncahınç Türk gençleriyle doluyor. İki saat sonra son anda Galatasaray'ın İtalyanlar'ı elemesiyle kahve coşuyor. Türk gençleri ellerine Türk ve Galatasaray bayraklarını alıp önce kahvenin içinde tezahürat yapıyorlar, sonra da Çarşı'nın karanlık sokaklarına dökülüp "en büyük Türkiye" diye bağırıyorlar. Üsküp'te Hasan Nazım ile tanışıyorum ertesi gün. Nihayet dindar ailelerden biriyle görüşmüş oluyorum bu şekilde. Hasan bey bir işadamı, mütevazi, uyanık ve çok hoşsohbet bir insan. Oğulları da öyle. İkisi de pırlanta gibi, namazlarında niyazlarında gençler. Hasan bey beni Üsküp'te bulunan Özel Yahya Kemal Lisesi'ne götürüyor. Oradan, Tophane denilen şehrin varoşlarındaki Çingene mahallesinden geçerek İsa Bey Medresesi'ne varıyoruz. Bu, imam-hatip okulu ayarında bir okul. Ülkede müslüman gençlerin dini eğitim görecekleri tek yer burası. Türk, Boşnak ve Arnavut öğretmenlerle sohbet ediyoruz. Bize, Türkçe dini kitap bakımından çok büyük eksiklikleri olduğunu söylüyorlar. Oradan da yeni açılan İlahiyat Fakültesi'ne varıyoruz. Bina oldukça iyi yapılmış. Orada Türkiye'den gelip okuyan öğrenciler de var. Oradaki kütüphanede de Türkçe kitap hemen hemen yok.

Kosova ve Arnavutlar'ın Karanlık Geleceği

Kosova'ya kısa bir yolculuk yapıyoruz. Üsküp, Kosova'yla sınır olduğu için bugünlerde Batılı askeri araçların en yoğun geçiş noktası. Her yerde askeri araçlar görüyorsunuz, kimi Alman, kimi İsveç, kimi İngiliz bayraklı. Bir de insani yardım kisvesi altında Batılı devletlerin ve kiliselerin menfaatine çalışan örgütler var. Kosova tam anlamıyla Batı tarafından işgal edilmiş. UÇK aslında Marksist bir örgüt ve mafya rolü görüyor Kosova'da. Bu yüzden dinle-diyanetle ilgileri yok. İbrahim Rugova'nın atesit olduğunu biliyordum, ama gördüğüm kadarıyla Kosova'daki müslüman Arnavutlar'ın aşırı milliyetçilikleri orada Katolikler'in gücünü arttırmış. Aynen Arap ve Türk ırkçılığının babaları gibi, Arnavut ırkçılığının babaları da müslüman değil, Katolik. Onlara göre, Arnavutlar'ı sindiren ve zorla müslüman yapan Osmanlılar yüzünden, asıl ait oldukları Avrupa'yla araları açılmış. Bu lafları da sanki bizim memlekette birilerinden duymuş gibiyim. İşte bu yüzden dindar olsun olmasın, Arnavutlar'da Osmanlı ve Türk düşmanlığı had safhada. Priştine'ye de uğruyoruz, ama karşımıza karmakarışık ve ruhsuz bir şehir çıkıyor. Üstüne üstlük KFOR'un meydana getirdiği büyük canlılık, sokakları insanlarla, caddeleri de son model özellikle Alman arabalarıyla doldurmuş. Burada pek görülecek bir şey olmadığını çabuk anlayıp, Kosova'da Türkler'in en yoğun yaşadıkları Prizren'e doğru yola çıkıyoruz. Burada eskiden 200 bin olan Türk nüfusu 60 bine düşmüş. Aynen bir Anadolu kasabası görünümündeki Prizren'e gittiğimizde de gördük ki, Kosova'daki Türkler'e UÇK'nın büyük bir hıncı var. Oradaki Türkler bize tehdit edildiklerini, sokakta Türkçe konuşamadıklarını, dükkanlarının gece UÇK militanlarınca yağmalandığını anlattılar. Çoğu Türkiye'ye göç etme hazırlığında. Hüzünleniyoruz. Bize Batılı haber kaynaklarından ulaşan haberlere daima şüpheyle bakmamız gerektiğini bir kez daha öğretiyor bu duyduklarımız. Kosova şu anda belki de dünyanın en büyük mal girişi yapılan ülkesi. Hiç bir şey üretilmiyor ve bütün ihtiyaçlar dışarıdan BM parasıyla satın alınıyor. Kosova'ya girmek için Makedonya sınırında belki de 20 kilometre TIR kuyruğu var. Çoğu ise Türk. Kosova da, Rumeli de gerçekten öksüz bırakılmışlar. Herkes kendine bir baba arıyor. Ama toprak altına gömülse de, oraların babası Osmanlı. Makedon kökenli olsalar da kendilerine Türk diyen Torbeşler orada Osmanlılığın mücadelesini veriyor. Bunu sokaklar haykırıyor, camiler haykırıyor, Makedonca'daki Türkçe kelimeler, hatta Arnavutlar'ın ucu karanlık milliyetçilik yolu da haykırıyor. Bütün bu haykırışlara, tarihin davetine ise bir tek biz kulak tıkıyoruz. Ne yazık...
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy