Fırtınalı dünya denizinde en durgun liman, en sağlam kaledir sabrın kalesi. O kaleden çıktığımızda başlar sıkıntılar, o limandan uzaklaştığımızda kuşatır etrafımızı fırtınalar.
Anlamsız telaşlar, gereksiz çabalar sanki her geçen gün biraz daha küçültüyor dünyayı. Dünya küçüldükçe de sanki daha hızlı, gürültülü dönüyor. Dakikalar hızla ilerliyor, saatler çabucak geçiveriyor, akşamın nasıl olduğunu, sabaha nasıl ulaştığımızı düşünemeyecek bir telaşa dönüşüyor yaşamak. Dünyanın hızına ayak uydurabilmek için git gide hızlanan bir hayatın içinde nefes dahi almadan sürüklenmek kalıyor bizlere. Sabır kelimesinin manalarını önce biz unutuyoruz sonra lügatler daraltıyor. Beklemeyi, nasıl bekleyeceğimizi unutuyoruz usul usul. Ne geçmiş zamanın izi kalıyor kalbimizde ne gelecek zamanın ümidi. Hemen, anında istiyoruz her şeyi. Çabucak büyümek istiyoruz, çabucak sevmek, istediğimizde hemen sevilmek… Her şeyimiz hemen olsun istiyoruz. Her şeyi şimdi istiyoruz. Okulumuz bitsin, işimiz olsun, evimiz, ailemiz çocuklarımız olsun istiyoruz. Durmadan konuşuyor, bulanık hayallere emanet ediyoruz kalbimizi. Ardımızda bıraktığımız toza ve dumana bakmadan telaşla ve deliler gibi geçiyoruz bir daha asla geçemeyeceğimiz yollardan, dünya üzerinden. Birbirimize, gençlere, küçücük çocuklara hatta bebeklere bulaştırıyoruz aceleciliğimizi. Telaşla ve deliler gibi koşuyoruz bir arpa boyu yolun üzerinde.
Ömrün yalnızca bir günden ibaret olduğunu bile bile unutuyor dilimiz kendisine öğretileni, unutuyor gözlerimiz nasıl göreceğini. Zannediyoruz ki istediğimiz şeylere sahip oldukça mutlu olacağız, içimiz huzur bulacak. Köpükten balonlar gibi ellerimiz arasında kayboluyor, sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şey. Kalbimiz aklımıza yenik düşüyor. Gökkuşağına aldanıyor, renklerini kendinden biliyoruz. Sabır ağaçları, ırmakları kuruyor ve sabrın, tahammülün bulunmadığı yerler çölleşiyor. Görmüyoruz sabırla sırasını bekleyen mevsimleri, büyüyen ağaçları, ayaklarımız altında sesi çıkmadan uzanan toprağı.
Hırs atının terkisinde, yokluklar ülkesinin rüzgârı savuruyor parmaklarımız arasından.
Hep erteliyoruz huzuru, sükûneti. Ancak azalmıyor, artıyor acılarımız, kederimiz. Sabrı, beklemeyi ihmal ettiğimiz kadar sıkıntının, üzüntünün kara sularında ıslanıyor, etrafımızdakileri de ıslatıyoruz. Keşkeler düşürüyor yüzümüzü toprağa. Zamanla dost olup sabretmek yerine zamanı rakip bilip onu alt etmeye çalışıyoruz. Oruçlarımız, namazlarımız dahi takvim yapraklarının, akrep ve yelkovanın arasına sıkışıyor. Ne yürünecek yol bitiyor ne aşılacak dağ...
Halbuki hırsın ve telaşın değil sabrın üzerine kuruludur dünya. Dün bugün ya da yarın, hepsi geçer.
Buna dünya derler hepisi geçer
Hangi günü gördün akşam olmamış?
(Kul Hüseyin)
. . .
Cümle mevcudat sabrın rahlesinde gördüğünü unutmaz da yalnızca biz unuturuz okuduğumuzu, bildiğimizi. Bu yüzden en çok sabırla sınanırız yeniden hatırlayıncaya kadar onu.
Ne okul sıralarında teneffüs beklerken, tatil beklerken ne askerlik demlerinde gün sayarken düşer sabır ağacının gölgesi kalbimize. Gecelerin ucunu sabahlara eklediğimiz ilkgençlik yılları, hastalıklar, ayrılıklar, pişmanlıklar hep sabrı hecelemeye, okumaya birer işaret olsa da dünyanın gürültüsünden, telaşından o işaretleri duymayız görmeyiz.
. . .
Ne kadar uzağından yürürsek yürüyelim, illâ sabrın patikasına düşer yolumuz. Elimiz kolumuz penceresiz bir odada yahut ıssız bir adada bekler gibi bağlanır. Gökler üstümüze düşer, yer sarsılır ayaklarımız altında. Her şey durur, sırasını bekler ve o esnada sabrın kurşundan yükü biner omuzlarımıza. Bu yüke dayandıkça huzurlu bir hüzne dönüşür bekleyiş. Yüzümüzü boş aynalarda seyrederiz. Bir rüzgâr ruhumuzu dünyanın, bütün çarelerin ötesine atar bırakır. Renkleri silinir dünyanın. Tahammül denizinin ortasında sükûnetin durgun sularında kalbimize bir dokunur ve birden kalbimizin sesini duymaya başlarız. Orada Eyyüp Peygamber’in çiçeğe duran yaralarını, Yusuf Aleyhisselam’ın sabırdan bir cennete dönüşen yüzünün aydınlığını, Hazreti Yakub’un külbe-i ahzânını
(*) seyrederiz uzaktan uzağa.
Ateşler gül bahçesine döner ayaklarımız altında, kalbimizden damlayan kan, gül yaprağına…
. . .
Kişi sabır ile bulur kemali
Sabretmeyen maksudunu bulamaz.
(Âşık Veysel)
Fırtınalı dünya denizinde en durgun liman, en sağlam kaledir sabrın kalesi. O kaleden çıktığımızda başlar sıkıntılar, o limandan uzaklaştığımızda kuşatır etrafımızı fırtınalar. O kıyıdan bir anlığına ayrılan Züleyha bir ömür pişmanlıklar vadisinde dolaşır. Sabırsızlanan gonca dalında, kelebek kozasında kuruyup kalır. Yalnızca sabrın kalesinde yazılır hakiki şiir. Sabırla taşınmayan elmaslar cam kırıklarına döner, sabırla çekilmeyen sevdalar karanlık zindanlara… Kalbimizde umudun, cennetin fidanları sabırsızlık yüzünden kurur.
Sabırdır bütün suları durultan, karanlığı aydınlığa, kışı bahara taşıyan...
Gökler sabırla durur yerinde, dağlar sabırla tahammül eder başındaki dumana, bağrındaki yaraya. Dereler sabırla ulaşır ırmaklara, ırmaklar sabırla uzar sonsuza, okyanuslara.
Günler, saatler sabrı telkin eden bir tespihin taneleri gibi dizilmiştir peş peşe. Lakin biz yine de saymadan tüketir, cümlesini geride bırakırız.
Tomurcuk sabırla güle döner, bülbülün cümle şarkısı sabır üzerinedir. Çiçekler sabırla tohuma durur ve tohumlar toprak altında tekrar yeşereceği vakti sabırla bekler. Aslında sabrın kendisi dahi bir tohumdur ruhu yeşerten. Kuşlar sabırla öğrenir uçmayı, örümcekler sabırla örer ağını. Sabırla leyl ü nehar tüketir ömrünü sahralarda Mecnun. Ve Leyla’nın tıpkı kapısından geçtiği gibi Leyla’dan da sabırla geçer. Ferhad’ın dağlara vurduğu kazma demirden değil sabırdandır. Sevdanın bütün yükü vuslata olan umutla, inançla yani sabırla omuzlanır ancak.
Sabrın asasını eline almayan ne hayat çölünde yol alabilir ne sevda çölünde.
. . .
‘ve sabır
olmasaydı
yeryüzünde
bir gün
kalınabilir miydi?’
(İlhami Çiçek)
Durup yalnızca beklemek değildir elbette, umudun ve inancın kardeşidir sabır. Konuşarak değil susarak mevsimleri eskitmenin adıdır sabır. Kırk yıl eğri odundan uzak tutmaktır gözünü, elini.
Barışın, savaşın ve direnişin en büyüğüdür sabır, sabredenlerle erir zalimin zulmü. Sabırla kazanılmayan zaferler aslında aldanıştır ve sabreden zahirde kaybetse de aslında kazanmıştır.
Dostluklar sabırla mayalanır ve yeşerir, düşmanlıklara sabırla tahammül edilir. Bir simyadır sabır, hayatlar onunla değişir, kıymetlenir.
Sabır ilacıdır dünyanın, bütün yaralarımıza iyi gelen bir merhem, bütün sızılarımızı dindiren bir ağrıkesicidir ve bu yüzden acıdır, çoğu zaman içimizi acıtır.
Dipsiz kuyuların başında eğlendiği de olur kervanımızın, engin denizlerin kıyılarında da... Karanlık ormanlarda çaresizliğin ortasında kaldığımız da olur, ıssız patikalarda kaybolduğumuz da... Bazen sabahlar bin yıl uzağımıza düşer, bazen baharlar kırk yıl sonramıza... Umutlar yıldızlar kadar uzak kaldığında bizden ve ışığını yitirdiğinde, dünya bütün verdiklerini geri istediğinde; her şeyi unutan, hiçbir şeyi kalmayan kalbimizden avucumuza dökülen umut, cennete açılan penceredir sabır.
(*)Hazreti Yakub’un külbe-i ahzânı: Hz. Yakub a.s. oğlu Yusuf a.s.’dan ayrıldığı için gece gündüz ağlamaktadır. Halk bu durumdan rahatsız olunca, Hz. Yakub a.s. şehrin dışında ufacık bir kulübe inşa eder ve burada kalmaya, yüzünü duvara dönüp ağlamaya başlar. Bu odaya ‘külbe-i ahzân’ yani ‘hüzünler evi’ denilir.