Aramak

Şahidim Kim Olsun?

Medine ve hicret. Birbirini hatırlatan, tamamlayan iki kelime. Hicret, Allah yolunda yürümenin adı. Medine, bu yolun görünen menzili. Asr-ı Saadet’in güzel insanları, Hz. Peygamber A.S.’ın rehberliğinde yürüyerek hicret ettiler Medine’ye. Hem de tüm dünyalıklarını Mekke’de terk ederek. Çünkü öyle bir muhacir yürüyordu ki gözlerinin önünde, hiçbir ferdi ayrılmak, geri kalmak istemiyordu bu güzellikten. O’na katılanlar yerinde duramıyordu. Çünkü Nur-u Muhammedî’yi gören, gözler değil gönüllerdi. Gönüller, O’na tutkundu. O asırda, iman edenlerin istisnasız her ferdi, Kainatın Biriciği’ndeki nuru görüyor ve o nurun aydınlattığı güzelliği tam anlamıyla yaşıyorlardı. Şirkin ne kadar karanlık olduğunu bildiklerinden, Nur-u Muhammedî, tabi olunacak, kendisiyle yol alnacak tek kişi olmuştu onlara. Yürüdükçe yürütendi O. Efendi olurken merhamet edendi O. Ashab, ellerinden tutup biat edince, “tuttuğunuz bu el, gerçekte Allah’ın elidir”  diyendi O. Bunu tasdik eden ise, O’nu ayakta tutandı, Rahman’dı, Rahim’di: “Muhakkak ki sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın rahmet eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih/10)

 Ben de Seninleyim’

Kainatın Biriciği’ndeki ilâhi güzelliği bir bedevi de görmüştü. Nebi A.S.’ın yanına geldi. İhtimal, O’nunla yürümek, şirkin karanlıklarında artık kalmak istemiyordu. Bedevilikten medeniliğe, Medine’li olmaya, Peygamber şehirli olarak yaşamaya geliyordu anlaşılan. O’na tabi olmak, O’nunla beraber oturmak ve yurdundan ayrılıp O’nunla beraber olanların arasna katılmak istiyordu. Şöyle diyordu Efendimiz A.S.’a: “Ey Allah‘ın Rasulü! Seninle birlikte hicret etmek istiyorum!”

Bu söz, “sen neredeysen ben de orada olmak istiyorum” demekti. Bu söz, Allah ve Rasulü’nü tercih etmek, sahabi olmak demekti.

Enes R.A. anlatıyor: “Allah’ın Rasulü müminlerin arasına çıktığında, ensar ve muhacirden hiç kimse başını kaldırıp da uzun süre Rasulullah’ın nurlu yüzüne bakamazdı. Mescitte hepsi edep halinde otururlardı. İçlerinden ancak Ebu Bekir ve Ömer Rasulullah’a bakabilirdi. O da onlara nazar buyurur, birbirlerine tebessüm ederlerdi.”

İşte yanına gelip kendisine biat eden bedeviyi Allah’ın Rasulü A.S., böylesi nurlu rahmet nazarlarıyla gönlüne alıverdi. Esasen o bedevi, ashabın her ferdi gibi biat etmiti. Bu olağan bir hadiseydi. Ama Allah’u Tealâ bu biatteki hikmeti gözler önüne serecekti. O bedevi biat ederken, Kainatın Biriciği hem onun sözlerine, hem de gönlüne şahit oluyordu.

 Gözlerden Irak Ama Gönülden Asla

Derken, bir savaş sonu ganimet elde edildi. Gazilere savaş dönüşü hisseleri dağıtıldı. Gönüllerin Sevgilisi A.S. Efendimiz, paylar dağıtılırken, o bedevi sahabiyi de unutmadı. Ganimetten onun payına düşeni ayırdı ve “bunu da ona götürün” buyurdu.

 Gerçi o sahabi, daima halkın gözleri önünde değildi ve Sahabe-i Kiram savaşa gittiği zaman, ordunun geri hizmetinde görev alrıdı. Bu yüzden olsa gerek, ismi pek bilinmiyordu. Ama Şeddad b. el-Hâd R.A. onu iyi tanıyordu. Bu hadiseyi de o anlatıyordu.

O sahabinin öyle bir özelliği vardı ki, Kainatın Efendisi A.S. gönlünde ona özel bir yer vermişti. Bu yüzden unutulmadı. Peygamberimiz’in görevlendirdiği zat onu aradı, buldu. Ganimeti verdi. Arkadaşının getirdiği ganimeti görünce sahabi:

- Bu nedir, diye sordu. Arkadaşı:

- Savaştan senin payına düşen hissedir. Onu sana Allah Rasulü gönderdi, dedi.

Ama o ganimeti yanına aldığı gibi, Allah Rasulü A.S.’ın huzuruna vardı. Hükme karşı koyacak hali yoktu elbette. Ama yüreğinde bir sızı onu içten içe kemiriyordu. “Ben ne için Allah Rasulü’ne söz verdim? Sözümde bir samimiyetsizlik mi var? Bu dünya malı niye?” der gibiydi. Bu düşünceyle:

- Ey Allah’n Rasulü! Bu neyin karşılığı olarak bana verildi, diye sordu.

Allah Rasulü A.S. şöyle dedi:

- Bu ganimeti senin için ayırdım. Sahabi:

- Hayır, ey Allah’ın Rasulü! Ben sana böyle bir dünya malı için iman edip, tabi olmadım. Seninle Allah yolunda iken, şu boğazıma bir ok atılıp saplansın ve öylece ölüp, cennete gideyim diye tabi oldum, dedi.

 ‘Onun Şahidi Benim’

Gönüller Sevgilisi’ne hayır diyen o günkü müminler, ancak Kelime-i Tevhid’deki gibi “hayır” diyorlardı. Önce “Lâ ilâhe, hiçbir ilâh yoktur” derken, tüm mabudları yok ediyor, “illallah, ancak Allah vardır” derken, gönüllerindeki imanı haykırıyorlardı. Hayatlarıyla yalnızca Allah ve Rasulü’ne yönelmişlerdi.

O sahabi, bir kere “hayır” demişti kalbin derinliklerindeki putlara. Efendimiz’i de şahit tutmuştu, söz verdiği zatın huzurunda. Teslim olmanın hazzını yaşayarak, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” demişti.

Bu teslimiyet, bir savaş sonunda da kendisini gösterdi. Ama bu kez son defa. O sahabi, Alemlerin Efendisi’ne işaret ederek gösterdiği yerden, boynundan bir ok ile vurularak şehit olmuştu. Hayatına kendisini şahit tuttuğu Alemlerin Efendisi, savaş alanında onu bu halde görünce tanıdı.

- Bu, o kişi değil mi, diye sordu Efendimiz.

Yanındakiler:

- Evet, ey Allah’ın Rasulü, dediler. Efendimiz A.S. da:

- O, Allah’a verdiği sözü tuttu. Allah da ona dilediğini verdi, buyurdu.

Sevgili Rasul’ün elini tutan eller, yolunda yürüyen ayaklar, yine o biricik dostun elinde, Allah’ın huzurunda buluşmak üzere hazırlandı. Şehidin naaşı, bütün hayatına şahit olan Son Nebi’nin verdiği cübbe ile kefenlendi. Cenaze namazında, tüm müminlerin gözleri önüne teslimiyet abidesi olarak yatırıldı.

Kainatın Efendisi’nden ise  şöyle bir dua yükseliyordu: “Allahım! Bu senin kulundur. Senin yolunda hicret etmek üzere, kendi yurdundan ayrıldı. Sonra şehit oldu. Ben buna şahidim.”

Nebi A.S., bir kez daha peygamberlik vazifesini yerine getiriyor, küfrün karanlıklarından bir Allah kulunu daha Rahman’a yürütüyor, “Bu senin kulundur, Rabbim!” diyordu.

Esasen bu, bütün nebilerin de vazifesiydi ve “O gün her ümmetin içinden birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz“ (Nahl/89) ayetinin bir yansımasıydı.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy