İslâm medeniyetinin evrensel başarıları arasında, çeşitli bilgi kaynaklarının birlik ve bütünlüğünün sağlanması kayda değer bir yer tutar. İslâm, başlangıcından itibaren, hem Kur’an-ı Kerim yoluyla hem de Hz. Peygamber A.S.’in örnek hayatında, vahyî, aklî ve kalbî bilgi türlerini meczederek, gelecek İslâm düşüncesinin ve medeniyetinin temellerini atmıştır. Yunan ve Roma örneklerinde görüldüğü üzere, çeşitli bilgi kaynakları arasında bir sentez kuramayan medeniyetler, tefekkür dinamizmlerini yitirmiş ve kısa sürede çözülmeye uğramışlardır. Bu açıdan baktığımızda, yaklaşık 200 yıldır Batı düşünce ve yaşam biçiminin meydan okumasıyla karşı karşıya bulunan İslâm dünyasının zihniyet plânındaki geleceği büyük ölçüde sahip olduğu bilgi kaynaklarının yeniden bir bütünlüğe kavuşturulmasına bağlı olacaktır.
Bilgi Kaynaklarının Sentezi
Modern rasyonalist ve seküler düşüncenin İslâm dünyasına girmesiyle, İslâm medeniyetinin üç bilgi kaynağı arasında kurduğu bütünlük ilişkisi ciddi bir sarsıntıya uğradı. Bu üç bilgi kaynağı gaybe dayalı vahiy, manevi terbiye ve tecrübeye dayalı kalbî bilgi ve nihayet mantıksal çıkarım ve deneye dayalı aklî bilgidir. Vahyî bilgi, Cenab-ı Hakk’ın insanoğluna açmayı murad ettiği gaybe ilişkin bütün bilgileri içerir. Vahyî bilginin birey ve toplum hayatındaki en önemli işlevi, bize bir değerler skalası sunması, hak ile batıl arasında bir furkan (ayırdedici) vazifesi görmesidir. Aklî bilgi, beş duyuya ve mantıksal çıkarıma dayalı bir bilgi türü olarak, bir tarafta en temel insanî ve toplumsal ihtiyaçlarımızı karşılamaya, diğer tarafta hakikatin tefekkür yoluyla idrakine imkan sağlar. Diğer iki bilgi türünün gerçekliğini kabul ettiği, yani kuru bir akılcılığa dönüşmediği müddetçe aklî bilgi, hayatî öneme sahiptir.
Bu iki bilgi türüne ilave olarak, İslâm düşüncesinde kalbî bilgi adını verebileceğimiz bir bilgiye daha rastlıyoruz ki, bunun en bariz şekilde ortaya çıktığı alan irfan ve tasavvuf geleneğidir. İrfanî bilgi, aklî düzlem ile metafizik gerçeklik arasındaki bağlantıyı sağlar. Bunun önemli bir neticesi, modern düşüncede gördüğümüz rasyonel doğru ile ahlâkî değerler arasındaki gerilimin ortadan kaldırılmasıdır. Bir başka ifadeyle akıl yoluyla ulaşılan doğru, ahlâkî ve manevi prensiplerin karşısında yer almaz; bilakis onları teyid eder.
İslâm medeniyeti, bu denge ilişkisi sayesinde metafizik gerçekliği ve ahlâkı yadsımayan bir tefekkür sistemi kurmayı başarabilmiştir. Müslüman bilgelerin diliyle söylecek olursak, Kur’an (vahiy), irfan (manevi-kalbî bilgi) ve burhan (aklî çıkarıma ve tecrübeye dayalı bilgi) arasında tam bir bütünleyicilik ilişkisi vardır. İslâm düşünce tarihine baktığımızda felsefeden kelâma, fıkıhtan dilbilimine her sahada derin ilmî-aklî tartışmaların yapıldığını görüyoruz. Bu tartışma geleneğinde aklın merkezî bir rol oynadığı açık. Lâkin üç bilgi tarzı arasındaki sentez, modern düşüncedekine benzer bir akılcılık sapmasının ortaya çıkmasını engellemiş, böylece İslâm medeniyeti vahye dayalı evrensel kimliğini muhafaza edebilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'in Tasviri
Yukarıda kısaca özetlediğimiz bilgi sentezinin Kur’an-ı Kerim’de kayda değer tasvirlerini görüyoruz. Burada bir örnek olarak, Âl-i İmran Suresi’nin 189-194’üncü ayetlerine bakmak yeterli olacaktır. Bu ayetler, evrenin yaradılış düzeninde tezekkür ve tefekkür eden insanlar için önemli işaret ve ipuçlarının bulunduğuna dikkat çeker:
Göklerin ve yerin yaradılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette akıl sahipleri (ulû’l-elbâb) için ibretler vardir. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar (zikrederler), göklerin ve yerin yaradılışı üzerinde düşünürler (fikrederler): ‘Rabbimiz; bunu sen boş yere yaratmadın; sen yücesin, bizi ateş azabından koru. Rabbimiz; sen birini ateşe koydun mu, onu perişan etmişsindir. Şüphesiz zalimlerin yardımcısı yoktur. Rabbimiz; biz ‘Rabbinize inanın’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz; bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı iyilerle beraber al. Rabbimiz; bize, elçilerine vaad ettiğini ver; kıyamet günü bizi rezil ve perişan etme. Sen şüphesiz verdiğin sözden dönmezsin.’ (Âl-i İmran/ 190-192)
Bu ayetleri dikkatle gözden geçirdiğimizde, önemli bir sıralamanın olduğunu görüyoruz. Öncelikle evrenin objektif gerçekliği ve Cenab-ı Hak tarafından yaratıldığı ifade ediliyor. Hemen ardından, bu yaradılış ile insanın yaradılış gayesi arasında bir ilişki kuruluyor. Böylece alemdeki her oluş ve bozuluş, insanı Allah’a yaklaştırması gereken bir olgu olarak ortaya konuyor. Bunda lubb’e sahip olan, yani eşyanın manasını ve özünü kavrayabilen insanlar için ibretler olduğu ifade ediliyor. bu demektir ki, akıl melekesi doğru ve tutarlı bir şekilde kullanıldığında, bu insanı inkâra değil bilakis iman ve teslimiyete götürüyor.
Bu vasfa sahip olan insanlar, ayakta, oturarak ve yanları üzere yatarken, yani her vakit Allah’ı hatırlayıp tezekkür ederler. Bu tezekkür, tefekkür ile eş zamanlı bir eylemdir. Ayette de ifade edildiği üzere zikretmesini bilen, yani yaradılışın gayesini daima hatırda tutan mümin kişiler, eşyanın mahiyeti üzerinde de tefekkür ederler. Alem, şans eseri meydana gelmiş yahut kendi başına bırakılmış bir makina değildir. Tam tersine, onda meydana gelen her hadise bir gayeye yöneliktir ve gayenin en somut göstergesi, insanı tezekkür ve tefekküre yöneltmesidir. İmanın nuruyla aydınlanmamış bilgi, kuru bir ayrıntı ve malumat olmaktan öteye gidemez. Oysa bilginin de bir amacı olmalıdır. İşte bu noktada tezekkür ve tefekkürün rehberliğinde elde edilen bilgi -ister bilimsel verilere, ister metafizik sezgiye dayalı olsun- insanı imana ve dolayısıyla şükre yöneltir. İmanın bizzat kendisi zaten bir şükür vesilesidir. Buna ilaveten, -peygamberler ve ‘iyiler’ (el-ebrar) gibi- Allah’ın sevgili kulları arasında olabilmek ayrıca bir şükür vesilesi olarak görülmelidir. Böylece tezekkür ile başlayan bu süreç, tefekkür ile devam eder; dua ve şükür ile nihaî noktasına ulaşır.
İslâm’ın çeşitli bilme yolları arasında kurduğu bu denge ve bütünleyicilik ilişkisi, insanlık tarihinde dikkate değer bir yere sahiptir. Modern Batı düşüncesinin yaşadığı en ciddi krizlerin başında, farklı bilgi düzeyleri ve türleri arasında tutarlı ve kuşatıcı bir ilişki kuramaması geliyor. Bu yüzden modern bilimlerin bölüp parçalayıcı yaklaşımı, çeşitli varlık ve bilgi kategorileri arasında sürekli bir çatışmaya yol açıyor. Bunun böyle olması doğal; zira senteze ulaşmayan her analiz, eksik ve yetersiz kalmak zorunda. Vahiyden ilham alan İslâm tefekkür geleneği, bu krizin doğmasına imkan vermeyecek adımları çok önceden atmıştı. Bugün bu geleneğin ihyası ve şiddetle ihtiyaç duyulan diri bir tefekkür ameliyesinin kalkış noktası haline getirilmesi, önümüzde duran en büyük sorumluluklardan biri olsa gerek.