Aramak

Sebepleri Ne Yapalım?

Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhunun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. İkinci hikmetle devam ediyoruz.

Hikmet: Allah seni sebeplere bağlı kılmışken “tecrîdi (sebeplerden bağımsızlığı) arzulamaman gizli şehvettendir. Allah seni tecrid ehli kılmışken de sebepleri arzulaman, yüce himmetten düşmektir.

Bu hikmet iki esas etrafında şekillenir: Birinci esas tecrîd, ikincisi de sebeplerdir. Pekâla bu iki kelime ile kastedilen nedir?

İnsan, şu iki hâle sürekli maruz kalır: Birincisi, nefsi sebepler aleminden bir gücün ve kuvvetin hükmü altında sürekli bir bocalama halindedir. Ne zaman bir işe yeltense, nefsini münasebetten kaçınamayacağı sebeplerle karşı karşıya bulur. “Sebep hâli” denilen hâl budur.

İkincisi ise, nefsini sebeplerin güç ve kuvvetinden soyutlanmış hâlde bulur. Sebeplere bağlanması için bir yol mevcut da değildir. Zira sebepler onun erişebileceği mesafeden ve Allah’ın onun için takdir ettiği iklimden hayli uzaktadır. Bu hâle de “tecerrüd veya tecrîd hâli” denir.

Takdir mi tercih mi?

Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmeye gayret eden müminden beklenen, Allah’ın kendisi için takdir ettiği hâli gözleyerek bu hâlin gereğince amel etmesidir. Yani bir zaman sebepler dairesinde mizacının gerektirdiği surette amel ile meşgulken, bir başka zaman o sebeplere iltifat etmeme hususunda gayretli olmalı, bu esnada da Allah’ın onun için takdir ettiği makamı veya hâli başkalarına açmamalıdır.

Hâl böyleyken insanlar, nefsleri onlara Allah’ın emir ve yasaklarına uyuyorlarmış gibi bir tablo sunsa da, hevâ ve hevesleri ile amel etmektedir. İşte şu anlattıklarımız, yukarıdaki hikmetin özetidir.

Hikmetin ilk kısmının tahlili ile başlayalım: “Allah seni sebeplere bağlı kılmışken tecrîdi arzulaman gizli şehvettendir.”

Allah’ın kendisine aile mesuliyetini yüklediği bir adama Hak Tealâ bir hanım ikram etmiş. Hanımdan sonra evlatlar ikram etmiş. Şu hâlde o kimse, rızık aramak ve onun için çalışıp para kazanmak gibi sebeplerle çepeçevre kuşatılmıştır.

Edep ve takvada belli bir mesafe kat etmeye, Allah’a tevekkül ve tevhidde zirveye ulaşmaya çalışan bir kişinin şöyle dediğini tasavvur edelim: “Benim rızık için çalışıp çabalamaya, para kazanmaya ihtiyacım yok. Çünkü ben Allah Tealâ’nın, ‘Öyle ise rızkı Allah’ın katında arayın’ (Ankebût 17) ayetine iman ettim. Şüphesiz maddi bütün sebepler Allah’ın kudret elindeki askerlerdir. Dünya meşgalesinden ilgimi kesip Allah Azze ve Celle’nin kulluğuna yöneliyorum.

Bu zat, tevhid deryasında Allah’ı tesbih ettiği, müsebbibi gördüğü için sebeplerle işinin olmadığı iddiasıyla fiiliyatta da alışverişi bırakıp, rızık sebeplerine yapışmakla ve para kazanmakla alakasını kesse buna ne lazım gelir?

Bu kimsenin hâli, İbn Atâullah’ın hikmetinin ilk kısmında zikredilenlerin hâlidir. Bu hususu ona hatırlatmak ve şunu söylemek icap eder: “Allah seni sebeplere bağlı kılmışken tecrîdi arzulaman gizli şehvettendir.”

Bu zata şöyle deriz: “Her şeyden evvel, Allah’ın senin için takdir ettiği hâle ve makama iyice dikkat kesil. Cenâb-ı Hak, seni bir kadına koca, çocuklara baba yapmakla ve boynuna bütün ailenin mesuliyetini yüklemekle seni sebepler âleminin hükmü altına koymuştur. Allah’ın senin için takdir ettiği bu hâlden yüz çevirir ve tecrîd ehli olduğunu iddia edersen, zâhirde tevhide tutunuyor olduğunu zannederken, hakikatte nefsinin hevâsına tâbi olmaktasın. Nefsin de gizli şehvetlerinden bir şehvetle bundan istifade etmekte ve seni mağlup etmekte. Nefs, insanlar arasında dünyadan yüz çevirerek Allah’a yöneldiği ve sebeplerle işinin kalmayıp doğrudan müsebbibe bağlandığı iddiasıyla gösteriş yapmakta. Bu da şeriat mizanına göre büyük ve tehlikeli bir hatadan başka bir şey değil.”

Sebepler ve müsebbip

Allah’ın emirlerini ve hükümlerini anlama hususunda isabetli olan yaklaşım ise şudur: Bil ki, Allah Azze ve Celle seni bir aileye efendi kıldığı vakit, o ailenin ihtiyaçlarını giderme mesuliyetini de sana yüklemiştir. Bu hâlde, sadece şahsın hakkında Allah’a olan itimadın üzerinden, yine sadece kendini hesaba katarak Allah ile bir münasebet tesis edemezsin. Allah ile münasebetinde aileni, hanımlarını ve çocuklarını da hesaba katmakla yükümlüsün. Kendi nefsin hakkında Allah’a mutlak tevekkülün olduğunu iddia ederek tamamen ibadet ve taate yönelmek kastıyla dünyandan yüz çevirirken, hangi hakla hanımını ve çocuklarını da bu itimada sahipmişçesine, nefsin için razı olduğun böyle bir zühde peşin sıra sürüklüyorsun?

Böyle bir kimseye ayrıca şunları da söylemek gerekir:

“Allah şu ayetle senin için şeriat terazisinin iki kefesinin arasını, yani iki kefeyi dengelemeni takdir etmiştir: ‘Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. Ölçüde haddi aşmayın. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.’ (Rahmân 7-9)

Zira sen sadece kendin için değil, ailen için yaşamaktasın. Ayrıca dinî yaşantını kontrolde de esas ölçü şeriat terazisidir ve şeriat, hanımına ve çocuklarına gücün nispetinde iyi bir hayat sunmanı, çocuklarının maddi manevi terbiyesini de tam manasıyla vermeni öngörür. Bütün bunlar, Allah’ın senin için takdir edip önüne serdiği sebeplerdir. Bütün bu sebeplerle çepeçevre kuşatılmışken bunlardan yüz çevirirsen, Allah’ın kâinatta koyduğu nizama yüz çevirmek gibi bir edepsizlik yapmış olursun.

Halbuki Allah Tealâ sana şöyle sesleniyor: Ailenin, evlad u iyalinin hakkını gözetmenin yolu, sebeplerin kapısını çalmandır. Şayet, ‘hayır, ben o kapıyı çalmam, doğrudan senin kapını çalarım’ dersen, Cenâb-ı Hak sana şöyle der: Doğrudan benim kapıma atlamayı bırak, benim vaadimi elde etmek için sana söylediğim yola revan ol. Çarşıya in, gayret et, çabala, ticaret yap, ekip biç, Allah’ın önünde açtığı yola revan ol. Sana lazım olan yol da budur.’”

Birisi gelip, “niye sebeplere yapışayım, ben müsebbib ileyim” derse, ona da şöyle cevap veririz: “Sen, Allah’ın senin için takdir ettiği şu sebep bağı ile bağlı haldeyken, İbn Atâullah’ın dediği gibi gizli şehvetini, arzunu tatmin için edepsizlik yapıyorsun.”

Öte yandan, bu bozgun hâlinin gerçek hayatta da farklı farklı birçok örneğini bulmak mümkündür. Bunlardan bazılarını zikredelim:

Evli, çoluk çocuk sahibi bir adam... Çarşıda çalışıyor. Ne var ki işten eve geldiği vakit, etrafındakilere sadece alışkanlık icabı selam verdikten sonra sağına soluna bakmadan doğruca evinin ibadet için ayırdığı köşesine yöneliyor. Onu bekleyen hanımıyla etrafındaki küçük çocuklarına ilgi göstermeden, onlarla muhabbet etmeden ya Kur’an okuyor veya kıbleye yönelerek sünnet ve nafileler ile meşgul oluyor.

Bu anlattığım hayal ürünü değil; size olan biten bir hadiseyi anlatıyorum. Bu adamın yapageldiği şeyin şeriatça hükmü nedir? Hüküm, İbn Atâullah İskenderî’nin söylediğidir. Şeriat ona şöyle der: “Müslüman! Şayet evli değil de bekâr olsaydın, evlatların ve hanımların olmasaydı, içeri girdiğinde kendisine selam verebileceğin kimsenin olmadığı mağara gibi ıssız bir evin olsaydı, o takdirde böyle davranmanda bir mahzur olmazdı. Zira hâl böyleyken Allah hiç kimsenin mesuliyetini sana yüklememiş olacaktı. Ne var ki, Allah seni aile reisi kıldığı vakit seni sebepler alemine bağlayarak ailenin sorumluluğunu boynuna yüklemiştir. Ayrıca dengede tutman gereken terazinin gereği olarak seni şeriatın bir dizi emri ile de mükellef kılmıştır. Senin ibadetin, kıraatin, tesbihin, hamdin ve kelime-i tevhid zikrin bu emirlere icabetten ibarettir.

Evine yüzünde sıcak bir tebessümle girmen, hanımına ve çocuklarına hasret kalmış bir kimse edasıyla selam vermen, sonra birlikte oturup onlara muhabbetini hissettirmen... İşte bunlar Allah’ın senden beklediği ibadetlerdir.

Bu manzara, arzularını tatmin ettiğin, oyun ve eğlenceye daldığın kötü bir manzara gibi görünebilir. Halbuki bu manzaranın altında yatan hakikat, kendisiyle Allah’a yakınlaştığın ibadetlerden ibarettir. Zira Allah, sebepler âleminde bu aileyi senin için takdir etti. Bundan dolayı ailenin hakkını hukukunu muhafaza hususunda da sebeplere yapışmakla mesulsün.”

Bu dediklerime mukabil şöyle dediğini farz edelim: “Ben, Allah’ın gücü ve kudretine nispetle hakikati olmayan sebeplerle uğraşmayıp, bu kısmı doğrudan atlayarak müsebbib olan Cenâb-ı Hak ile münasebet kurayım. Secdedeyken Allah’a şöyle dua edeyim: Ya Rabbi, hanımımın gönlüne ferahlık ihsan et, ona ikram eyle. Benden beklediği ilgi ve iltifatların eksikliğini ona hissettirme.”

Şayet böyle dersen, bu, Hak Tealâ’ya karşı edebinin azlığına işarettir. Zira Allah aileni mutlu edebileceğin yolları sana öğretmiştir. İnsanların bazısını bazısı için takdir etmiş; erkeği ve kadını, sorumlu kılındıkları vazifeleri ifa etmeleri hâlinde birbirleri için huzur bulacakları bir liman kılmıştır. Bu hükmünü de şu ayetle beyan buyurmuştur:

“(Ey insanlar!) Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık.” (Furkan 20)

Allah dileseydi, erkek ve kadın arasındaki bu alakayı koparır, kadın kocasına, erkek de hanımına ihtiyaç duymazdı. Zira sebeplerin hükmü tamamen O’nun elindedir. Benzer şekilde ana babanın evlatlarıyla ve evlatların ana babalarıyla, insanlardan bazısının bazısı için gördüğü diğer hizmetler de bu minvaldedir. Yani Hak Teâlâ dilese bunların birbirlerine olan ihtiyacını da ortadan kaldırabilirdi.

Fakat Allah, insanların birbirlerine olan muhtaçlıklarına dair böyle bir kanun koymuştur. Bu muhtaçlık ilişkisi, bu hususta özenli davranıp ilâhî hükme riayet ettikleri takdirde insanların mükâfatına vesile olurken, ilâhi hükümden yüz çevirip, lazım gelen beşerî münasebetlere kayıtsız kaldıklarında da cezalandırılmalarına sebep olur.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy