Aramak

Semerkand ile 22 Yıl

Semerkand dergimiz bu Ocak’ta 22. yılını doldurdu. Şu an oturdum, hatırlamaya çalışıyorum. 1998 senesiydi. 28 Şubat zulmünün zirvede olduğu günler... Kur’an kursları yasaklanmış, vakıflar kapatılmış, dindar insanlar ya işten atılmış veya sürgün edilmişti. Dört koldan dine, dindarlara sövmeler saymalar devam ediyordu. Din büyüklerine türlü çeşit sıkıntılar çıkartılıyordu. Böyle bir zamanda ben de kendi işime gücüme devam etmeye çalışıyordum. Çeşitli dergi ve gazetelerde düzenli yazılar yazmaktaydım. Yazı hayatıma lisede başlamıştım. Bir yandan da akademik kariyerime devam ediyordum.

Yeni dergi, eski sorular

O yıl Ankara’nın sıcak bir yaz günü, âhiretliğim Âkif abi beni aradı. Yeni bir dergi çıkartılacağını, kendisinin çalışmalara katıldığını, benim de dâhil olmam gerektiğini söyledi. Hazırlık toplantılarından bahsetti. Onu incitmemeye çalışarak kibarca reddettim. Çünkü hem kendi yazı hayatımı mevcut mecralarda devam ettirmek istiyordum hem de açıkçası “kitlesi hazır” bir dergide bana pek ihtiyaç olmadığını düşünüyordum. Fakat Âkif abinin ısrarları sürdü. O yaz bir hazırlık toplantısına katıldım. Ne yazık ki beklediğimi bulamamıştım.

Bir iki ay sonra Âkif abi, yanına eski dostum Ümit abiyi de alarak işyerime geldi. Ben olumsuz izlenimlerimi anlatınca onlar, “öyleyse gel, gördüğün eksikleri dışarıdan değil içeriden gider” dediler. Bana kaçacak yer kalmamıştı. “Peki, tamam” dedim. Üçümüz birlikte Feyzullah Akben ve Sabahattin Aydın ile görüşmeye gittik. Uzun uzun konuştuk. Sabahattin Abi’nin içerikle ilgili görüşleri bana göre çok isabetliydi. Ciddiyeti, fikrî düzeyi, muhabbeti, heyecan ve samimiyeti görünce ben de şevkle çalışmalara katıldım.

Dergi hazırlıklarını yürüten çekirdek ekip dört beş kişiydi. Çoğumuz başka işlerde çalıştığımız için dergi bürosuna mesai bitince akşamları geliyor, sabahlara kadar çalışıyorduk. Bu derginin çıkartılmasını arzu eden büyüklerimiz, her işte olduğu gibi bu konuda da aşırı titizdiler. Biz de hem o hassasiyete riayet etmeye hem de herkes tarafından okunulabilir, istifade edilebilir bir dergi olmasına dikkat etmeye çalıştık.

Derginin ismi baştan belliydi: Semerkand... Bunu ilk başta garipsedim. Öyle ya, Semerkand nere, Türkiye nere? Fakat daha sonra anladım ki gönül âlemini siyasî sınırlara hapsedemezsiniz.

Kurucu ekip olarak sürekli fikirler üretiyor, tartışıyorduk. Dergide hangi konular olmalı, yazılar nasıl bir üslupta yazılmalı, kimler yazmalı, görselliği nasıl olmalı? Bütün bu soruların cevaplarını sadece kendi aramızda değil, işin uzmanı olan arkadaşlarla da arıyorduk. Her birimiz yeteneğini, tecrübesini, yetkinliğini bu çabaya katmıştı. Kimimiz görsel zevkiyle, kimimiz yayıncılık tecrübesiyle, kimimiz mühendislikten gelen düzen anlayışıyla, kimimiz toplumda gördüğü eksiklikleri dile getirerek bu çabaya derinlik kattı.

Hassasiyetler ve kalite

Semerkand’ın ilk sayısı 1999 Ocak ayında çıktı. Kapak görselini ben bulmuştum. Bir fotoğrafçının çektiği, sisler içinde bir mescid fotoğrafı vardı kapakta. Çağrışımı gerçekten çok güzeldi. Beğenildi. Ama ilk sayıda birçok hatamız da vardı. Bunun için isabetli bir kararla dergi üzerine istişare etmek için meşhur yazarları ve fikir erbabını bir araya topladık. Her birinden çok güzel eleştiriler ve teklifler aldık. Tekrar tezgâha dönüp, bu tavsiyeleri dikkate alarak eksiklerimizi gidermeye çalıştık.

Dergi birçok dengeyi aynı anda gözetmek durumundaydı. Bir yandan bilgi vermeli ama bir yandan da okuyucunun seviyesini gözetmeliydik. Görselliğin hem çarpıcı, hem anlamlı olması gerekiyordu. Okuyuculara anlatacağımız zaman ve mekân üstü ilkeler ile bugünkü hayatın gerçekleri arasında ilişki kurmamız gerekiyordu. Dergiyi sahiplenen büyük bir kitle vardı, bunun rehavetine kapılmamak gerekiyordu. Bütün bu dengeleri her sayının hazırlık aşamasında, her bir yazı özelinde saatler, günler boyunca konuştuk. Bu tartışmalarda kimse fikrini saklamıyordu. Muhabbetle ama ciddi bir şekilde herkes görüşünü beyan ediyordu. Çünkü mesuliyet büyüktü.

Kuruluş aşamasında da geçen yıllar boyunca da bir şeyi asla unutmadık: Bu derginin sahibi de, gayesi de bizden ve bizim çabamızdan büyüktü. Bu çabanın bereketi, çaycısından grafikerine, yayın yönetmeninden yazarına kadar herkesi fedakârlığa, düşünmeye, daha iyisini bulmaya sevk ve teşvik etti. Hamdolsun.

En başta hemen anlaştığımız şeylerden birisi, Semerkand dergisinin muhtevasının ve görsel üslûbunun diğer dinî yayınlardan farklı olmasıydı. Çünkü diğer dergilerin yazıları halkın genel ortalaması için anlaşılabilir değildi. Görsel zevkleri zayıftı. Biz farklı olacaktık ama nasıl? İşte bu soru bizi sadece dergi hakkında değil, kendimiz ve âlem ile ilgili düşünmeye de sevk etti. Geleneği seslendirirken gününü ıskalamayan, akla hitap ederken kalbi unutmayan, okuyucuya kavramları sunarken üst perdeden konuşmayan bir yol çizmeye çalıştık. Bu yolu ne bir gecede ne bir günde ne de bir ayda çizdik. Geçen yirmi iki yıl boyunca hep ve hâlâ yeniden düşünmeye, kendimizi eleştirmeye, yeniden üretmeye odaklandık. Derginin yüksek satış adedine bakmadık, hep daha iyisi nasıl olur diye düşündük. Birimiz bir şeyi unutsa diğerimiz hatırlattı. Kanaatimce bu çaba en az ortaya konan başarı kadar kıymetlidir.

Semerkand görsellikte öne çıktı. Hatta diyebilirim ki uzun yıllar birçok dinî dergi Semerkand’ın görselliğini örnek aldı. Gönül dilimizi görsellikle de yansıtmaya gayret ettik. Sonuçlar ilginç oldu. Mesela bir Amerika seyahatimde, toplantıda karşılaştığım yaşlı bir Amerikalı profesöre dergiyi gösterdim. Kadıncağız dergiyi aldı, karıştırdı, baktı. Sonra da hiç Türkçe bilmemesine rağmen “Ne kadar sıcak bir dergi” dedi.

Uykusuz gecelerin sabahı

Gerek dil ve üsluba, gerek görselliğe verdiğimiz bu önem yüzünden derginin baskıya hazırlanma aşamasında günlerce sabahlardık. Hepimiz elimize resimler içeren kitaplar, albümler, kataloglar alır, her bir yazı için sadece güzel değil, o yazının verdiği mesajla ilişkili ve derinlikli görseller bulmaya çalışırdık. Bu yüzden grafikerler bizden çok çektiler. Kullanılacak resimleri bırakın, başlık karakterleri veya renkler üzerinde bile onlarla tartıştığımız çok oldu. Üçümüz dördümüz birden adamlar çalışırken başlarına üşüşür, sürekli bir şeyler söylerdik. Garibanlar bunaldıkça sabahın köründe hava almak için kendilerini dışarıya zor atarlardı. Ama gayretimizin en güzeli ve en doğruyu bulmak için olduğunu bildiklerinden, muhabbetimiz hiç eksilmedi, kardeşliğimiz bozulmadı.

Dergimizin mekânı ilk başlarda Ankara Kızılay’da bir apartman dairesiydi. Sonraları Ziraat Mahallesi’nde geniş iki katlı bir işyerine taşındık. Derginin yazı işleri üst kattaydı. Alt katı ise kendi zevkimize göre divan odası gibi düzenledik. Oraya birçok değerli fikir adamını, edebiyatçıyı davet edip gençlerle buluşturduk. Böylece hem fikir dünyasının nabzını tutmak hem de dergiyi tanıtmak mümkün oldu.

Dergimizin bir geleneği daha en baştan oluştu. Okur mektuplarına cevap vermek, onların arasından kabiliyeti olanları yazmaya sevk etmek... Bu şekilde yetişen birçok yazarımız oldu. Özellikle çocuk ekimiz bu manada adeta bir okul vazifesi gördü. O mektupları ilk başlarda bir ara ben de okudum. Gerçekten insanı duygulandıran mektuplar geliyordu. Dua edenler, yazı gönderenler, dergi için şiir yazanlar... Bu kadar güzel insanın sevdiği, inandığı ve sahiplendiği bir dergide küçücük bir payımız var diye dua alıyor olmaktan büyük bir lütuf yok. Sadece dergiyi yönetenler ve yazanlar değil, dergi idarehanesinde çalışanlar, dağıtımcılar, kitabevlerindeki arkadaşlar, herkes...

Şimdi düşünüyorum da Semerkand, bütün hayatımda severek içinde yer aldığım nadir yerlerden biri olmuş. Yaşı 22’ye ulaştı. Daha genç. Hâlâ sıcak, samimi, bizden ve müstakim bir ses ise, elbette bu Rabbimiz’in inâyeti ve sâdât-ı kirâmın himmeti iledir. Mevlâ bu muhabbet kapısını dâim kılsın. Bizi de bu kapıdan ayırmasın.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy