Kainatta her kavram, her muhayyilede başka manalar uyandırır. Tabiata yüzeysel bakan gafil kimseler gibi, çoğumuz kelime ve kavramların ilk manalarına bakar ve taşıdıkları derinliklerden mahrum kalırız. Oysa her varlığın bir derinliği, bize görünmeyen, ancak sezerek anlayabileceğimiz esrarengiz tarafları vardır. Bu yüzden varlığın ötesine bakmayı bilen herkes için herşey çok manalı ve herşey çok derindir.
Kur’an, her şeyin özünü gören ve anlayan tefekkür ehlinden övgüyle bahseder. “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar. (Bakara/169)” ayetinde olduğu gibi.
Ayet metninde geçen “elbâb”, lüb kelimesinin çoğuludur. Lüb, öz demektir. Elbâb ise özler anlamında. Buna göre mana, “işin özlerini, asıllarını görebilen ve ona ulaşan kimseler ancak düşünüp ibret alırlar.” şeklinde olur. Kısaca varlığa sathi bakanlar, derinliklerden korkan, ürken ve kaçanlar, hikmetten ve ibretten mahrum olurlar.
Mesela, vatan denince kimi akıllarda kupkuru bir coğrafya biçimlenir. Kimi muhayyileler de ise, uğruna can verdiğimiz, toprağına kanımızı kattığımız, hür havasını teneffüs ettiğimiz, inançlarımızı her türlü korkudan azade olarak yaşadığımız, annemizden emdiğimiz sütü tarlasından çeşmesinden aldığımız, üzerinde bir körpe fidan gibi büyürken, hayal, ümit, inanç ve saadetlerimizi de büyüttüğümüz, zaman zaman da acı ve kederli bir diyar şekillenir.
Daha derin düşünen, daha derinlere bakabilen zihinlerde vatan, daha uhrevi ve daha kutsi bir mana kazanır. Onların zihninde vatan, “altlarından ırmaklar akan adn cennetleri”, bu alemde adından çokça bahsedip hasretini çektiğimiz gerçek barışın asıl vatanı olan “selam yurdu”, “firdevs cennetleri” olur. “Ve Allah sizi selam yurduna çağırır” ayetini hatırlarlar. Bu alemde her şeyin öteki alemleri hatırlatan bir rumuz olduğunu anlarlar... İşte bu düşüncedir ki Necip Fazıl’a:
“Ne kadar vatan varsa, o vatandan haberci
Gurbet dediğin senin, Yaratan’dan haberci” mısralarını söyletmiştir.
Evet, bütün vatanlar, lisan-ı hal ile vatanımızda gerçek bir gurbet yaşadığmızı fısıldar. Her coğrafyada asıl vatan olan cennet hasretini yüreğimizde duyarız. Öz vatanımız diye dört elle yapıştığımız dünyanın gerçek bir ayrılık yurdu, gerçek bir gurbet olduğunu anlarız. Ve gurbet, Allah’tan ayrılığımızın adı olur. Oysa çoğumuz anneden, vatandan ve arkadaştan ayrılığı gurbet sayarız.
Gurbet, sıla, hasret, vatan, yolculuk ve yar kelimeleri başka milletlerin edebiyatlarında da var. Ama Türkistan’ın, Buhara’nın, Semerkand’ın, o uhrevi, o tasavvufi havasından, o mübarek topraklarından kopup, Anadolu bozkırlarına, oradan Kırım’a, Viyana’ya; Cezayir’den Yemen’e kadar dünyayı gezen ve sonunda da Yemen’in kızgın çöllerinde, Sarıkamış’ın kar fırtınalarında şehadet şerbetini içerek asıl vatanına kavuşan insanımızın ruhunda, bu kelime ve kavramların en derin deryalar kadar derin manaları vardır. Ruhumuzda da o kadar derin izleri var.
Evet, gerçekten de derin düşünen her mümin için eşya ve mefhumlar çok derin manalar taşır. Alemler, Rabbini işaret eden birer işaret parmağı gibidir ve sükutun diliyle konuşurlar. Bu dili ise yalnız tefekkür ehli anlar. Varlığı görüp geçenler değil... Necip Fazıl,
“Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar,
Kavuşmak nasıl olmaz, madem ki ayrılık var!” derken işte bu manayı sezerek yaşayan bir müminin güzel bir misalini sergiler.
Mevlâna Hazretleri, göllerden koparılmış bir kamış olan neyin inleyişlerini ayrılık derdine bağlar. Ellerde ağlayıp duran ney, gurbetten muzdariptir. Sılayı özler. Hatta bir başka şaire göre neyi inleten neyzenin nefesi değildir. O, neyin kulağına neyin hikayesini anlatan bir kıssahandır. Ona göllerdeki hikayesini anlatır ve ney bu yüzden neyzenin elinde ağlar. Mürşid-i kamilin nefesi, nazarı da böyledir. Onlar da asli vatanını unutmuş ve gurbet ile ünsiyet etmiş kimselere, cennetteki günleri, ezel meclisinin sırlarını, Allah’a ezelde verilen sözü hatırlatır ve gönüllerde Allah’a ve cennete hasret ateşini yakarlar. Ve... neyzenle tanışan ney, onun elinde gölleri anar ağlar; bir mürşid-i kâmilin nazarı altındaki mürid, cenneti hatırlar, Allah’ı anar ağlar. Ve:
“Bir mübarek velinin nur çeşmesinden,
Ruhum sanki zerre zerre yıkandı.
Kurtuluş ne zaman ten kafesinden?
İçimde öteler arzusu yandı.” der ve ayrıca evrende her şeyin ayrılıklardan şikayet ettiğini sezer. Bu sezgisini de;
“Hep ayrılık, ayrılık... Kader böyle yazılmış,
Ağlar bu dertle bülbül, inler bu gamla kamış...
Denize hasret yaşar, onu arar her damla.
Güller bu gamla solar, gökler ağlar bu gamla...” mısralarıyla dile getirir.
İşte böyle... Gurbet, vatan, yolculuk, hasret, sıla gibi kelimeler, gafillerin dilinde kazandığı manaların çok ötesinde derin manalar taşımakta. Kelime ve mefhumların da tam hakkını vermek gerekir. Onların geniş mana hudutlarını daraltmak da kelime ve mefhumlara karşı bir zulüm sayılır.
Bakın hayat ve vatan kavramı, şairimizi nasıl da derin düşündürmüş:
“Hayat mayat diyorlar,
Benim gözüm mayatta
Hayatın eksiği var,
Hayat, eksik hayatta...
Takmasam kanat manat,
Kuş muş olsam seğirtsem,
Bomboş vatana inat
Matana doğru gitsem...”
Hayatın eksik ve fani olduğu bu mecazi vatanda, yani gerçek gurbette ruh, Mevlâsı’na hasret duyuyor. Bu hasreti dindirmek için Yüce Rabbimiz, “Allah sizi selam yurduna davet eder...” ayetiyle bizi gerçek vatana davet ediyor. Bu davete icabet eden gönüllerin elbet bir gün hasreti diner ve hasret çeken gönüller, artık o diyara yönelir. Hasret biter, vuslat gerçekleşir.