Arz ile arşın kavgaya tutuştuğu bir geceydi mahşerlerden kopup, kapılar açarak Rabbe koştuğumuz...
Ve sabahında... tanyeri ağarırken, bir bülbül, hiç kavuşamadığı sevdasına, Lâyemut Gül’üne yine gözyaşı döküyor, yine alemi inletiyor acı figanıyla...
Sevdiğinin ardından, çabuk dönsün diye gönül sılasına gözpınarlarından su döker gibi yaş döküyor...
Gözyaşlarıyla mesaj yolluyor o En Sevgili’ye, kelimelerin kifayetsizliğine inat.
Kentin devâsâ ifritleri sarıp sarmalamışken bizi, boynu bükük bir kır çiçeğinin yalnızlığını paylaşıyor yalnızlığım.
Sarp kayalarda eflatun çiçeklerini toplarken aşkın, esrarlı bir gecede endişelerim, çelişkilerim, bilinmezliklerim vehimlerim ve korkularımla dar vakitlerde ruhumu mengeneye koydum. Hem sanık sandalyesinde, hem yargıç kürsüsündeyim. Yargıladım, yargılandım. Düşlerin, yüreklerin, yarınların ve ötelerin sorgusundayım.
Ve... bir düş kurdum: Eğer bir sabah uyandığınızda, herşeyin ama herşeyin bir film sahnesinden ibaret olduğunu görseydiniz, tepkiniz ne olurdu? Hayatta değer verdiğiniz, bağlandığınız, umutlarınızı düğümlediğiniz, yıllarınızı, baharlarınızı, en önemlisi de aşkınızı verdiklerinizin, berbat bir filmin berbat aktörleri olduğunu görseydiniz... Ellerinizde tuzla buz olmuş hayatınız olsaydı ne yapardınız?
Bize karşılıksız bahşedilen aile, sevgili, dostlar, şatafatlı yaşantı, tüm hologram birgün o ilahi çağrıyla ciğerimizden sökülüp alınmayacak mı? Düşüncede kabullendiğimiz, ama senaryosunu oynamaya hiç yanaşmadığımız büyük bir prodüksiyon değil mi zaten dünya hayatı?
İşte hayatın tüm çıkmazları, yolumu düşlere çıkarıyor yine.
Düş, sevdalı dağların uçurumlarında, kaya kovuklarında, dik yamaçlara kafa tutarcasına kardelen gibi açmak değil mi gözlerini dünyaya?
Salkım salkım hayaller sarkıttık irem bağından gerçekçi insanlara... Lalenin sevdasına dönsün diye benizler, öteleri seyrettirebilmek adına umut cerağlarıyla... Kör kandillerini kırıp kaldırımlarında kentin, ütopik düşlerin meşalelerini yaktık yüzbinlerle. Yüreklere yürüyoruz...
Yeşilin ve mavinin özüne tutsak ruhumla silahlarımı fırlatıyorum, teslim oluyorum sonsuzluğun sahibine... Çünkü mavi düşlerin hoyratlığında buldum umudun yedi rengini, hiç kaybetmemek üzere...
Ve sanal sevgilerimi, bütün yaverlerimi, sahte gönülleri itiyorum bir kenara elimin tersiyle... Ve bir kanca daha atıyorum hayata.
Biz hep birilerinin ahlâk bezirganı olduk. Hep birilerini yargıladık. Hep tanrılığa soyunduk, hükümler verdik, kararlar aldık, emirler yağdırdık. Ancak od’unda yanarken hayalin, buz gibi gerçeği içtiğimizde, hazırlık başladı öze dönüşe... Muhasebe defterinin ne kadar kabarık olduğunu gördük ömr-ü zelilde...
Uzaklardan Yusuf’un kanlı gömleğinin kokusu geliyor, duyuyor musunuz? Yusufluğun müptelası Yakubluğa aday olmaya yüreğimiz var mı? Sonsuzluğun sahibi gözyaşlarıyla Beytullah’ın yıkanmasını istiyor. İşte vuslat adına can kesiliyor canım. Rahmet sağnağı olmasa da, çiğ damlalarından mahrum etme Rabbim...
Hep ağu sunan, irin akıtan, kirli, alışılagelmiş, mekanik cümleler kurduk nefsin ağzıyla. Şimdi içimdeki ‘benden içeru ben’ adına bir cümle kurmanın zamanıdır:
“Hayatınızda tırnaklarınızla vardığınız zirvelerinizde, bir sineğin düşmanlığı vazgeçirmesin sizi varmak istediğiniz son nokta olan sonsuzluktan...”