Aramak

Tarih ve Medeniyet Açısından Vakıflar

Karşılıksız yardım, infak, sadaka gibi kavramlar, başka hiçbir din ve medeniyette İslâm’daki kadar gelişmiş, kurumlaşmış ve topluma yayılmış değildir. Yüce Kitabımız’ın müminleri hayır işlemeye, yardımlaşmaya ve mallarını Allah yolunda infak etmeye teşvik eden ayetleri dikkate alındığında, bunda şaşılacak bir husus olmadığı anlaşılır.

Kur’an’ın bu çerçevedeki pekçok ayeti Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz’in teşvik ve uygulamasıyla birleştiğinde, tarihte eşi görülmemiş bir kurum ortaya çıktmıştır: Vakıflar.

Vakıf İslâm’la Başlıyor

Bazı kaynaklar, bu kurumun tarihî geçmişinin Hz. İbrahim A.S.’a kadar uzandığını bildirmekle birlikte, İslâm öncesi dönemde ne Araplar arasında, ne de dünyanın başka yerlerinde böyle bir kurumun varlığına dair elimizde herhangi bir bilgi bulunmakta.

İslâm öncesi dönemlerde, vakıflara benzer tarzda faaliyet gösteren birtakım kurumların varlığı bu söylediğimiz ile çelişmez. Zira bu kurumların işleyiş biçimi, müslümanların ortaya koyduğu vakıf kavramından farklıdır.

Sözgelimi Eski Mısır’da bazı mabet ve mezarların bakımı ve koruması, buralarda görevli din adamları ve hizmetçilerin ihtiyaçlarına sarfedilmesi için büyük miktarlarda tahsisat ayrıldığı, bazı yazıtlardan anlaşılmaktadır.

Yine Eski Mısır’da bazı ileri gelenlerin, kendi soyundan gelenlerin istifade etmesi için bazı mülklerini, aslının satılmaması ve el değiştirmemesi şartıyla tahsis ettikleri tesbit edilmiştir.

Benzeri uygulamaların, Bizans döneminde hıristiyan dinî kurumları tarafından yürütüldüğünü yine kaynaklar haber vermektedir.

Ancak bütün bu kurumlar, gerek faaliyet alanı, gerekse işleyiş biçimi bakımından müslümanlar eliyle kurulmuş olan vakıflarla önemli farklılıklar gösterir.

Bu farkların başında, İslâm’da vakıfın sadece Allah Tealâ’nın rızasını kazanmak maksadına yönelik olması gelir. Yüce Dinimiz, bu geçici dünya hayatını, kalıcı ve sonsuz ahiret hayatı için bir “tarla” olarak niteler. İnsan burada ne ekerse, öte hayatta onu biçecektir.

Dünya hayatını böyle değerlendirmenin yanında, öldükten sonra bile amel defterinde sevap hanesinin çoğalması ve arkasından hayırla anılmak gibi herkese nasip olmayacak güzellikler, müslümanları karşılıksız yardıma ve bu yolla kesintisiz sevaba ulaşmaya götürmektedir.

 Kur’an ve Sünnet Rehberliğinde Hizmet Yarışı

Yazımızın başında da değindiğimiz gibi, Kur’an-ı Kerim’in müminleri hayır işlerinde yarışmaya, infak ve sadakaya teşvik eden ayetlerinin rehberliğinde Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz, sözlü ve fiilî olarak ortaya koyduğu örneklik ile vakıf kurumunun kuruluş ve işleyişinin önderliğini yapmıştır.

Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infak etmedikçe birre eremezsiniz.” (Âl-i İmran/92) (Bu ayette geçen “birr” kelimesi hakkında Semerkand’ın bir önceki sayısında bilgi vermiştik.) Keza Kur’an’ın, müminleri hayır işlemeye, sadaka vermeye ve mümin kardeşlerinin yardımına koşmaya çağıran diğer beyanları da, bu kurumun ortaya çıkmasında temel itici güç olmuştur.

Bu konudaki hadis-i şeriflerden birisinde Efendimiz A.S.’ın şöyle buyurduğu nakledilir: “İnsan öldüğü zaman şu üç husus  dışında amel defteri kapanır: Sadaka-i cariye, kendisinden istifade edilen ilim ve ana-babasına hayır duada bulunan salih evlat.” (Müslim, Nesî, Ebu Davud, Tirmizî)

Bu hadis açıkça şunu ifade etmektedir: Bu dünyadaki imtihan süresini doldurup, ölüm ile amel defteri kapanan kişi için artık geriye dönüş yoktur. O ana kadar iyilik ya da kötülük olarak ne işlediyse, kendisiyle birlikte ahirete o gidecektir. Bunun üç istisnası vardır ki, kişi öldükten sonra bile bu hususlarda amel defterine sevap yazılmaya devam eder: Bunlardan birincisi, cami, köprü, okul yaptırmak türünden hayır işleridir ki, kendisinden sonra gelen insanlar o kalıcı hayırdan istifade ettiği sürece, kendisine bu işten sevap yazılacaktır. İkincisi, kendisinden sonra gelen insanlara Rabbimiz’in rızasını kazanabilecekleri ilimleri öğreten ilmî eser bırakması ve talebe yetiştirmesi. Üçüncüsü de, arkasından hayır duada bulunan salih evlat.

İşte bu hadis-i şerifte zikredilen üç husustan ilki, en geniş şekliyle vakıf kurumu tarafından yerine getirilen hayır işlerini anlatmaktadır. Zira aşağıda da anlatacağımız gibi, müslümanlar hayatın her alanında fertlerin ve toplumun ihtiyaçlarını  karşılayacak oluşumları vakıf kuruluşları eliyle gerçekleştirmişler ve böylece toplumsal dayanışma va kaynaşmanın en güzel örneklerini vermişlerdir.

Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz, vakıf konusunda ümmetini sadece sözlü olarak teşvik etmekle kalmamış, aynı zamanda kendisi de, şahsına ait yedi parça gayri menkulü vakfederek bu hayırlı geleneğin bayraktarlığını yapmıştır. (İbn Hişam, Sîre)

Bundan sonra sahabe de aynı mübarek amele sarılmış ve birbirleriyle yarışırcasına mallarını, mülklerini Allah yolunda vakfetmişlerdir. Sahabe’den Câbir b. Abdullah R.A. şöyle demiştir: “Ben, gerek Muhacirler’den gerekse Ensar’dan, mal-mülk sahibi olup da malını tasadduk ve vakfetmemiş hiç kimse bilmiyorum.”

Vakıf faaliyetleri ilk dört halife döneminden sonra da bütün hızıyla devam etmiş, Emevîler, Abbasîler ve Selçuklular döneminde toplumsal hayatın bütün sahalarında etkin olmuş ve nihayet Osmanlılar zamanında bu hayır müesseseleri zirve çağlarını yaşamışlardır.

 Her Alanda Hizmet

Atalarımız, sırf Allah Tealâ’nın rızasını kazanmak için kurdukları vakıflar aracılığıyla toplumsal hayatın akla gelebilecek bütün alanlarında “karşılık beklemeden hizmet etme” anlayışını yerleştirmiş ve yaymışlardır. Burada bu alanlardan bazılarını örnek olarak zikredelim:

Camiler, mescitler, yerleşim yerlerinin yakınlarında namazgâhlar yapılması ve buralarda görev yapanların masraflarının karşılanması.

Medreseler, kütüphaneler, tekke ve zaviyeler, ribat ve dergâhlar yapılması; buralarda ilim ve ibadet ile meşgul olanların yeme-içme ve barınma masraflarının karşılanması.

Çeşmeler, sebiller, sarnıçlar, kuyular, göller, yollar, köprüler yapılması.

Kervansaraylar, hamamlar, hastahaneler, mezarlıklar kurulması.

Mekke ve Medine’de yaşayan fakir ve kimsesizler ile, hac yolculuğunda parasız kalanlara yardım edilmesi.

Camilerde vaaz edilmesi, İslâmî ilimlerin okutulması.

Fakir ve kimsesizlere yiyecek ve elbise yardımı.

Fakir erkek ve kızların evlendirilmesi, bu iş için gerekli her türlü giderin karşılanması. Yine bu durumdaki küçük çocukların bakım ve eğitimi ile fakir ve kimsesizlerin cenazelerinin kaldırılması.

Para ve erzağı tükendiği için yolda kalmış olanlara yardım edilmesi, esirlerin özgürlüklerine kavuşturulması, özgürlüğüne kavuşturulmuş esirlerin hayata atılması için her türlü yardım ve destek.

Başta Mushaf-ı Şerif olmak üzere, muteber hadis kitapları ile diğer ilmî kitapların yazdırılması, bastırılması ve çoğaltılarak dağıtılması.

Zayıf, yaralı ve sahipsiz hayvanların, kuşların bakım, tedavi ve beslenmesi; bu durumdaki hayvanlar için meralar, yemlikler tahsis edilmesi.

Bu hizmetler yürütülürken bütün insanların hedef alınmış olması ve hizmet verilen kişilerin müslim-gayrimüslim ayrımına kesinlikle tabi tutulmamış olması, altı önemle çizilmesi gereken hususlardır.

 Vakıfların Toplum Hayatındaki Yeri

Vakıflar, yukarıda kısaca zikrettiğimiz faaliyet alanlarından da kolayca anlaşılabileceği gibi, günümüzde devletin sırtında bulunan birçok yükü tarihte gönüllü olarak üstlenmiş ve bu bakımdan hem devleti, hem de toplumu önemli ölçüde rahatlatmış, belki bundan da önemlisi, devlet ile toplumun birbirine kaynaşmasını temin etmiş kurumlardır. Böyle olduğu içindir ki, tarih içinde başta padişahlar olmak üzere ileri gelen devlet adamları ve yöneticiler tarafından kurulmuş vakıflar bulunduğunu görüyoruz.

Hatta yukarıda saydığımız alanlar dışında, bugün modern hayatta “sosyal güvenlik ku rumları” olarak bildiğimiz kurumların faaliyet alanlarının da tarihte vakıflar tarafından doldurulmuş olduğunu belirtmeliyiz. Sözgelimi 1882 yılında İstanbul’daki Dolmabahçe Camii’nin tamiri sırasında minareden düşerek ölen bir kişinin eşine ve küçük çocuğuna maaş bağlanmış, hatta hamile olduğu anlaşılan eşi doğum yaptıktan sonra bebeğe dahi ayrıca aylık tahsis edilmiştir.

Kaynaklarda buna benzer pek çok örneğe rastlamak mümkün. Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz: Modern sosyal güvenlik kurumlarının çalışma sisteminin temelini oluşturan “hizmet süresi”, “prim kesenekleri” gibi hususlar, vakıflar tarafından hizmet götürülen kişilerde kesinlikle aranmamıştır. Bunun izahı, vakıfların kuruluş ve işleyiş gayesinde yatmaktadır ki, o da yukarıda da belirttiğimiz gibi sadece Allah Tealâ’nın rızasını kazanmaktır.

Toplumsal hayatı bir ağ gibi örmüş olan vakıf kurumunun çok yönlü fonksiyonel yapısı, Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemlerinde Batılı devletlerin de dikkatini çekmiştir. Tanzimat yıllarında ülkemizde Fransa Büyükelçiliği yapmış ve “Türkiye ve Tanzimat” adlı bir de kitap yazmış olan Engelhardt, bu eserinde şöyle der:

“1867 yılı şubat ayında, Paris hükümeti, daha önce İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı gibi Osmanlı padişahına başvurarak vakıf uygulamasının esaslı bir şekilde değiştirilmesini ve vakıflar ile vakfedilmiş arazilerin devlet mülküne dönüştürülmesini tavsiye etti.”

Acaba Batılı devletlerin, Osmanlı’daki vakıflar ile ne ilgisi olabilirdi ve bu devletlerin, vakıf uygulamasına son verilmesini ısrarla istemelerinin gerçek sebebi neydi?

Bu sorunun en açık cevabını Elmalılı Hamdi Yazır merhum veriyor:

“(Batılılardan gelen) haricî siyasî tesirlerle Osmanlı yönetimine Ahkâm-ı Arazi Kanunu kabul ettirilmişti. Fakat bu gelişme, Osmanlı arazisini ucuz yoldan elde etmek isteyen Avrupalı sermayedarları tatmin etmiyordu. Çünkü Osmanlı topraklarından bir kısmı “arazi-i emiriye” (kamu arazisi), mühim bir kısmı da arazi-i evkaf (vakıflara ait, vakfedilmiş arazi) idi. (...) Şu kadar ki, arazi-i emiriye’de hükümet, müsait kanun yapmak için nüfuz sahibi addedilebiliyor ve arzu edildiği zaman bu konuda baskı yapmak suretiyle istenen sonucu elde etmek ümit edilebiliyordu. Fakat vakıflar hükümetin nüfuzunun dışında idi. Avrupa arzu ederdi ki, (gerek) mirî arazi ve (gerekse) vakıf arazileri tamamen pazara çıkarılabilecek bir mal halinde bulunsun ve halkın bunlarla manevi bağları kuvvetli olmasın.”

Bu tarihî gerçeklerin de ortaya koyduğu gibi, vakıf müessesesi sadece toplumsal dayanışma ve kaynaşmayı gerçekleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda vatan toprakları üzerinde karanlık emeller besleyen dış çevrelerin de bu amaçlarına ulaşmasını engelliyordu.

İşte bu bakımdan bizim medeniyetimizin bir adı da “Vakıf Medeniyeti”dir. Eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten ulaşıma, ilimden sanata, doğal hayattan çevreye kadar bütün hayatı “Allah rızası için hayır işleme” anlayışıyla kuşatmış ve ölmez eser ve hizmetlerle donatmış bulunan vakıflarla örülü bir medeniyet için başka ne denebilirdi ki?

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy