Nereden geldiğini bilemeyen, varoluş gayesinden habersiz insanla mankurtlar arasında enteresan bir benzerlik var desek, acaba abartmış mı oluruz? Tarihini en fazla yontma taş devri mağaralarına kadar götürebilen inkârcı insan, gerçekten de tipik bir mankurt değil mi?
Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel adlı romanında bir mankurt efsanesi vardır. Efsaneye göre, Juan Juanlar bozkır halkını yakalayıp esir edince saçlarını usturayla kazır, hemen oracıkta kestikleri bir devenin boyun derisini daha sıcakken başlarına sıkıca sararlarmış. Sonra esiri kızgın çölde kumlara boğazına kadar gömerek yakıcı güneşe terk ederlermiş. Deri kurudukça esirin başını bir mengene gibi sıkar, birkaç hafta sonra da esirin başındaki kıllar beynine doğru uzarmış. Esir, korkunç çığlıklarla ya ölür ya da hafızasını kaybedermiş. Bu durumda ölenler şanslı imişler. Çünkü kalanlar kim olduklarını, nereden gelip, nereye gittiklerini bilemez, hatta annelerini bile tanıyamazlarmış. Artık onlar birer mankurt olurlarmış. Esir pazarlarındaki en kıymetli köleler de onlarmış. Hafıza ve hatıraları olmadığı için efendilerine gayet itaatkâr oluyorlarmış.
İnsan için gerçekten hafızasını kaybetmek kadar korkunç bir felaket tasavvur edilemez. Bu sebeple en az efsanedeki akıl almaz işkence kadar, bu zavallıların insan olmanın bu en manalı tarafını kaybedişleri de insanı etkiler.
Tam burada nereden geldiğini bilemeyen, varoluş gayesinden habersiz insanla mankurtlar arasında enteresan bir benzerlik var desek, abartmış mı oluruz? Tarihini en fazla yontma taş devri mağaralarına kadar götürebilen inkârcı insan, gerçekten de tipik bir mankurt değil midir? Onun ölmüş hafızası artık o mağaradan öteye bir türlü gidemiyor. Ha mankurt, ha ezeldeki geçmişine inanmayan insan... İkisi de dalından kopmuş, köküyle irtibatsız sarı birer yaprak. Ancak bir fark var: biri masum, öteki sorumlu. Birine zulmedilmiş, öteki ise aslını ve kimliğini bilerek inkâr ediyor.
Aytmatov, bu efsaneyle okurlarına kişilik ve kimliğin ne anlama geldiği hakkında çok anlamlı bir ders vermeyi amaçlamakta. Fakat daha boyutlu düşünenler, bu efsaneden ancak yaratılışla irtibatlı olduğunda anlam kazanan insanî kimliğin önemi hakkında da çok faydalı dersler alabilirler.
Annesini, babasını ve atalarını hatırlamaya ihtiyaç duyan insan, acaba yaratıcısını, onunla ezeli irtibatını, yeryüzünde bulunuş gerekçesini de bilmek istemez mi? Ama insanlığın menşeini yalnızca tarih öncesi devirlerin karanlıklarına kadar götürebilen dünyevî tarih anlayışı, insanlığın yitik hafızasını ne yazık ki geri veremiyor. Modern dünyanın bilim anlayışı, her bilginin Allah ile irtibatını kesmeye çalışıyor. Tarihi, ilkel hayatın bir alameti saydığı karanlık mağaralarda başlatıyor. Bu sebepten ötürü, biz de tarihi, insaniyetin yalnızca dünya hayatında mazide bıraktığı hatıralar toplamı olarak anlıyoruz.
Oysa Kur’an-ı Hakim’in “Hani bir zamanlar Rabbin meleklere: ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp, ruhumdan üfürdüğüm zaman hemen ona secde edin.’ demişti. Bu emir üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. Fakat İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı. Bu yüzden kâfirlerden oldu.” (Sad/71-74) ayetlerinden, insanın tarihinin dünyada herhangi bir mağarada değil, çok yücelerde başladığını öğreniyoruz.
“Hani bir zamanlar” diye başlayan bu ayetlerle, insanlığa daha derin bir tarih şuuru verilmek istendiğini anlamaktayız. Kur’an-ı Kerim, beşeriyetin hem dünya öncesi ve hem de dünyadaki macerasını anlatmakla, insanlığın silik hafızasını tazelemeyi murad ediyor. Ona kaybettiği en hassas yanını vermek istiyor. Onu dalından kopmuş sonbahar yaprakları gibi belirsiz rüzgarlara teslim etmek istemiyor.
Bu yüzden tarihi de Kur’an-ı Kerim’in verdiği bir şuur uyanıklığı içinde okumak zorundayız. Allah’tan gelip yine O’na gitmekte olduğumuzu anlatmayan her tarih, sığ bir tarihtir. Böyle bir tarihin sunduğu hadiseler ibret dersi olmaktan çok, gurur ve aldanmaya vesiledir. Allah’tan kopuk bir tarihin faydası sadece dünyevîdir. Böyle bir tarih şuuruyla yetişenler, atalarının yaptıklarıyla övünür veya onlardan utanç duyarlar. Tarihten dersler alarak hep dünyamızı inşa etmeye çalışırız. Oysa daha derin bir tarih anlayışı, insanlığa hem dünyasını ve hem de ahiretini mamur etme sorumluluğunu yükler. Onun yitik hafızasını, yani gerçek kimliğini geri verir.
Allah Kelâmı, dikkatlerimizi tarihteki milletler ve sınıflar mücadelesinden ziyade şeytanla ademoğlunun mücadelesine çevirmek ister. Karşımıza imanla küfür mücadelesini çıkarır. Özetle Kur’an-ı Kerim, tarihi şeytana tabi olanlarla Allah’a ve onun rasullerine tabi olanların mücadelesi olarak gösterir. Dünyevî anlayışla yazılmış tarih kitaplarında ise kavimlerin kanlı savaşları vardır. Ve mahşerde bir hiç değerinde olacak sanatları ve kültürleri...
İşte milletler, iftiharla bu tarih kitaplarındaki zaferlerini okurlar. Üzülerek de zillet ve mağlubiyetlerini. Fakat Kur’an-ı Kerim’de insanlığın zaferlerini değil, yazık ki daha çok mağlubiyetlerini okumaktayız. Şeytan ve nefsaniyet karşısındaki mağlubiyetlerini... Evet, imanla küfrün, ıslah ve ifsadın savaşına baktığımızda dünyada fesadın daha çok muzaffer olduğunu görmekteyiz. Peygamberlerini taşa tutan ve hep aynı sefil putlara tapınan şaşkın insanlığın, verilmiş bir mühletten öte hiçbir anlam taşımayan dünyevi yükselişini görmekteyiz.
Evet; ilâhî vahiy insanlığın tarihini dünyada başlatmaz. İnsanlığın tarihi, Rabbimiz’in Adem (A.S.)’ı yarattığı ve ona ruhundan üfürdüğü kutsal bir zamanda başlar. Modern dünyanın tarihçileri ilk insandan mağara adamı diye bahsederken, Kur’an, meleklerin secdesine layık, Allah’ın halifesi ve herşeyin esmasını bilen alim bir varlık diye söz eder. İnsanlığın tarihini böyle bir yer ve zamandan başlatmakla, bize onun şan ve şerefini hatırlatır.
Modern bilim ise insanlık tarihini ancak mağaraya kadar götürebiliyor. Gerçekten insanlık ilk dönemlerini mağarada yaşadıysa bile bu, insanın ilkelliği anlamına gelebilir mi? Mağara, yirminci asrın beton bloklarındaki kutucuklardan daha mı vahşi? Mağaralar iman ve İslâm tarihinde yıldızlara yakın, tabiata yakın, Allah’a yakın, sırlarla dolu, bazen peygamberlerin vahiyle tanıştıkları mekânlardır. Salih zatların gafletten tefekküre, dünyadan ahirete sığındıkları lahutî muhitlerdir.
Her şey gerçek kıymetini Kur’an’da bulduğu gibi, insan da kimliğini, kaybettiği hafızasını, hatıralarını Kur’an’da bulmakta. Böylece Yüce Kitabımız, kimlik ve hafızasını kaybetmiş mankurtlara tarihini hatırlatıyor. Biz de asrın Allah’tan gafil insanına: “Sen yaratılmışların en şereflisisin! Ahsen-i takvimsin! Allah’ın halifesi olarak yaratıldın ve şeytan diye bir düşmanın var. O seni kıskandı ve yücelerden kovulmana sebep oldu. İşte bu yüzden o yüce alemlerden bu aleme geldin. O kutsi alemlerde işlediğin bir günaha keffaret olsun diye bir sürgün yaşamaktasın. Bu alemlerde işlemeye devam ettiğin günahlar senin hafızanı sildi. Kimliğini bulmakta zorluk çekiyorsun. Bu alemdeyken tekrar o yücelere dönmek gayreti ve sevdası içinde olmalısın. Bunun biricik yolu da Allah’ı bilmek ve ona ibadet etmektir.” demeye çalışıyoruz.
Güvahî, Pendname’sinde ne güzel söylemiş: “Kedini bilen özünü unutmaz!” Biz bu sözden bir kelime ilaveyle yine başka bir güzelliği devşirebiliriz: “Rabbini bilen özünü unutmaz!”