Tarihin geçmiş zamanlara ait hikayelerden ibaret olmadığını birçok defa belirttik. Gerçekten de geçmişte yaşananları incelemek, bugünkü olayları anlamada ve geleceği doğru görebilmede eşsiz bir anahtara sahip olmak demektir. Tarihteki birçok olay yaşanan zaman için yorumlanmaya ihtiyaç duyarken, birçoğu da doğrudan ayna tutar. Bu yazımızda, tarih aynasından bugünümüzü bütün çıplaklığıyla gösteren bir anekdotlar demeti sunalım istedik.
Padişah Abdülaziz Avrupa gezisindedir. Siyasi hareketlerinden dolayı Avrupa’ya kaçmış olan Mustafa Fazıl Paşa ne eder ettirir, kendisini padişahın huzuruna çıkarttırır. Ve padişaha bir ıslahat raporu verir. Raporda özet olarak şöyle demektedir:
“Ne yazık ki, iktidar sahiplerinin kapıları hakikatlere kapalıdır. Ve yine ne acıdır ki, etraflarını meydana getiren devlet adamları da gerçeklerin ortaya çıkmasının kendilerini menfaatlerinden edeceklerini bildikleri için, bir hayal dünyasını teneffüs ederler. Kendi sebep oldukları fenalıkları da, halkın hizmete layık bulunmadığı sebebine bağlarlar. Böylece halk onlar için lütfen hizmet verilecek bir eşya mahiyetini taşır.
Eğer bir memlekette maaşlar az ve vergiler adaletsiz ise, memurlar geçimlerini halkın sırtından çıkarırlar. Eyvah ola ki padişahım, siz Devlet-i Osmanî’nin hükümdarı olarak, bu şartlar altında şu rüşvet illeti ile baş edemezsiniz ve yine eyvah ola ki, bu afet-i rüşvet devletimizi kemirip yok eder...”
Tarihin garip cilvesine bakınız ki, rapor sahibinin kardeşi İsmail Paşa Mısır valisidir ve Sultan Abdülaziz’e nüfuz ederek hidivlik payesi koparmış ve Avrupa ülkeleri ile borçlanma hakkını ele geçirerek kısa zamanda inanılmaz bir mali gücün sahibi olmuştur. Nasıl mı? İşte kendi sözleri:
“Saraya ve padişahın bendelerine hesapsız nakit ve emval ve ayrıca görevlilere, kendilerinin bir para etmeyeceklerini bildiğim halde yüzellişer bin altın vererek ne istediysem elde ettim...”
Toplumların Kanseri: Rüşvet
Rüşvet İslâm’ın şiddetle yasakladığı en büyük hastalık. Birçok büyük sosyal sarsıntıların ana sebebi. Dün de öyleydi, bugün de. İçinde bulunduğumuz krizlerin temelinde yatan illetlerden biri bu değil mi? Tarihçi Rene Grousset’in deyimiyle: “Rejimleri ve devlet sistemleri ne olursa olsun, insanoğlu topluca yaşamaya başladığı günden itibaren rüşvet, beyaz zehir ve beyaz kadın ticaretini önlemek hiçbir iktidara nasip olmamıştır.”
Grousset belki haklı. Ama rüşvetin toplumu çürütecek seviyede bir yaraya dönüşmesinin engellenebileceğini de hepimiz bilir ve kabul ederiz.
1872’de dış borç aramak için Avrupa’ya gönderilen Saffet Hilmi Bey’in padişah Abdülaziz’e verilmek üzere Sadrazama gönderdiği mektuptan şu birkaç satır, uluslararası sermaye çevrelerinde dönen rüşvet çarkına karşı bir feryadın belgesi gibidir:
“Fransa bankacıları ile konuştuktan sonra Almanya’ya geldim. Hayret içindeyim. Hepsinin dili bir. İtalyan ve İngiliz bankerleri ile de konuştum. Raporu gönderiyorum. Fakat beni bu görevden alınız. Yoksa devletime kredi temin edebilmek için bana verilmek istenen komisyon teklifleri karşısında, bir lahza için ahlâk ve şuurumu kaybetmem mümkündür.”
Sıradan bir isim, hangimiz duyduk Saffet Hilmi Bey’i? Ama ahlâk ve şuurunu yüzde bilmem kaçlık komisyonlar karşılığında kaybeden nice kişileri tarihe yazdık.
Devlet adamı olmak, halkına ümit verebilmek, “bu kaçıncı aldanışımız” dedirtmemek meziyet ister. Asık çehre takınmak, dudakları yukarı kıvırmaktan ziyade aşağı meylettirmek, bilgiçlik pozlarına bürünmek ve fakat halkın ihtiyaç ve problemleri karşısında aciz kalmak, hastalıklarımızdan bir diğeri...
Sahte Ciddiyet, Gerçek Devlet Adamlığı
Gustave le Bon, şöyle diyor:
“Siyasi kudret sahipleri yetenekleri eksildikçe, ciddiyetin yapay kefesinde o derece ağırlık kazanırlar.”
Zor günlerin yaşandığı, Osmanlı’ya “hasta adam” sıfatının takıldığı günlerdeyiz. Yine o gezi. Sultan Abdülaziz, Fransa’da üçüncü Napolyon’un misafiridir. Bir ziyafette Napolyon Sultan’a:
“Başınıza dert olan şu Girit adasını kaça satarsınız?” diye sorma gafletini gösterir. Padişahın yanında bulunan Keçecizade Fuat Paşa hemen atılarak:
“Aldığımız fiyata haşmetmeap! Yani binlerce şehit ve devlet meşakkati ve mihneti karşılığında!” cevabını yapıştırır.
Her devlet adamı durumdan şikayet ediyor, oysa devlet adamının görevi şikayetlere çözüm bulmak değil midir? Millet ne çekiyorsa, problemleri halletmek yerine, kendisi problem olanlardan çekiyor. Asık suratlı, bilgisiz, birikimsiz ve bulunduğu makama siyasi oyunlarla, iltimasla gelenlerden yaka silkiyor.
Yine Fuat Paşa’dan bir anektot:
Beyrut’taki Fransız başkonsolosu, Lübnan ihtilafını halletmek için orada bulunan Fuat Paşa’ya akıl verecek olur:
“Bize kalırsa, Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki menfaatlerini muhafaza edebilmeniz için bazı tedbirleri almanız icap eder. Bu tedbirler konusunda dostça tavsiye ve tecrübelerimizi emrinize amade tutmaktayız.”
Fuat Paşa Osmanlı Devleti’ne yol göstermek ve akıl vermek isteyen başkonsolosa şöyle der:
“Tavsiyelerinizi dinlemek isterim. Hiç değilse ne yapmak veya yapmamak gerektiğini anlamış olurum. Ama tecrübelerinize gelince dostum, onları kendinize saklamanızda fayda vardır. Bize tecrübe satmak ne demek? Tam dört asırdır buradayız ve ayrıca tam seksen yıldır, sizlerle de kâfi derecede tecrübe sahibi olduk ya!..”
Uluslararası arenada ve bilhassa Ortadoğu politikalarında asıl söz sahibi olması gereken ülkemiz zengin bir deneyim ve muhteşem tarihi mirasa sahipken, dar görüşlü bürokratlar nedeniyle tecrübe satacak yerde tecrübe alacak konuma gelmiş, onaylayıcı ve teslimiyetçi politikalar izlemeye çalışmaktalar. Oysa sadece Fuat Paşa’nın gayretlerini incelemek bile büyük bir bilgi zenginliği demek.
Kalpler Değişmedikçe
Tunuslu Hayrettin Paşa’yı bilir misiniz? Abdülhamid Han’ın sadrazamlarından. Göreve atandığı o kriz günlerinde yaptığı tespitler ve hazırladığı rapor günümüzün hastalıklarını da anlatıyor:
“Çıkan kanunlar, daha yüksek bir makam tarafından değiştirilmemelidir. Memurlar kendi amirlerinin ötesinde siyasi nüfuz sahiplerine başvurarak istediklerini yaptırmamalıdırlar. Devlet memurları arasında, kendi kanaati icabı olarak fesat yapanlar azledilmeli, bu azledilenleri daha yüksek makamlar korumamalıdır. Yüksek seviyedeki memurlar, iltimas arzuları yerine gelmedikçe birbirlerine düşmüşlerdir; önlenmesi şarttır. Taşrada işlerini yaptıramayanların başkente gelerek, vekil-vüzera aracılığı aramalarına son verilmelidir.
Büyük ve küçük bütün memurların birbirlerinin işlerine karışmamaları sağlanmalıdır. Valilerin, vezirlerin ve yüksek memurların plânsız şekilde yeni memur almamaları... Sadrazamın, kendileri ile anlaşabileceği bakanların tayinine izin verilmesi...”
Görüldüğü gibi hastalıklar hep aynı. Sebep kaht-ı rical; yani devlet adamı yokluğu ve insanın bozulması. İlaç, sanırım şu ilâhî hükümde yatıyor: “Bir toplum, kalplerinde (nefislerinde) olanı değiştirmedikçe, Allah o toplumu değiştirmez.” (Raad/11)
Toplumsal hastalıklara çare arayanlar, ilâhî iradenin hükümlerini kaale almadıkları müddetçe hastalıklara çözüm bulamayacaklardır. Tarihin bize gösterdiği gerçek bu.
İhtiras, devlet adamları için en büyük tehlike. Ve dolayısıyla Devlet için onulmaz bir yara. İktidara sahip olabilmek için siyasi rakiplerini karalayarak, iftira atarak, aleyhlerine komplolar, provokasyonlar hazırlayarak kamuoyu oluşturup insan harcamanın acı örneklerine tarihin birçok devresinde rastlamak mümkün. Olan devlete olmuş, siyasi ikbal ve iktidar için oynanan oyunların faturası halka çıkarılmıştır. Bu oyunlardan biri de Osmanlı’nın en ihtişamlı döneminde yaşanmıştı.
Kökeninde Rum, Hırvat veya İtalyan olduğu konusunda belirsizlik bulunan ve tarihe “Makbul” Frenk İbrahim Paşa olarak geçen bu kişi, Kanunî’nin ayaklarını yıkadığı suyu içecek kadar basitleşmiş, saraydaki hanım sultanlarla işbirliği yaparak güç sahibi olmuştu. Bu adam ne mi yaptı? Yavuz Sultan Selim Han’ın vezir-i azamlığını yapmış, Kanunî’nin ilk döneminin de etkili isimlerinden biri olmuş değerli devlet adamı Pîrî Mehmed Paşa’nın çeşitli iftiralar ve karalamalarla görevden uzaklaştırılmasına ve bilahare zehirletilerek ölmesine sebep olmuştu. Entrikaları ortaya çıktığında ise iş işten geçmiş, devlet büyük yara almış, dönemin kabiliyetli birçok bürokratı ortadan kalkmıştı.
Sorunların Kaynağına İnebilmek
Hep sosyal ve ekonomik tedbirlerden bahsediyoruz. Cezaî yaptırımlar hep ön plana çıkarılıyor. Toplumun ve gidişatın düzelmesi için yasalar çıkarıyoruz, güvenlik güçlerini modernize ediyoruz ama ne suç oranında, ne de suçlularda bir azalma görmek mümkün oluyor. Yara bugünün değil, dünün de yarasıydı. İşte size bir örnek:
Yer Manisa. Osmanlı Devleti’nin başında Yavuz Sultan Selim gibi güçlü bir hükümdar var. Manisa subaşısına, yani bugünkü karşılığıyla emniyet müdürüne vezir-i azamdan yani başbakandan mektup gelir:
“Haber aldık ki, Manisa medresesinde okuyan talebeler zaman zaman silahlanıp azarlar ve şehri basarak evleri yağma ederler, içki ve tütün çekerler ve ayrıca konaklardaki kıymetli eşya ve dükkanlardaki mallar ile bazı insanları kaçırırlar ve keyiflerini tamamladıktan sonra yerlerine dönerlermiş. Yine öğrendik ki, halk bu asi öğrencilerden korkar, şikayet-şahitlik edemezmiş. Sen orada ne yaparsın da, bu isyanlara çare bulmazsın? Tez haber veresin!”
Ardından, başka bir mektupla da aynı şekilde kadı uyarılır. Osmanlı’da kadılık üstün bir makam. Zira Allah adına adalet dağıtan kişi. Subaşı kadıya başvurur ve ondan aldığı cevabı İstanbul’a bildirir. Cevap bugün dahi yüzümüze kırbaç gibi şaklayacak cinstendir:
“Yaptığımız tahkikat oldur ki, kadılık makamı tarafımızdan yakalanan bu asi talebeleri yargıladıktan sonra serbest bırakmaktadır. Yapacak bir şeyimiz yoktur. Kadı efendinin gerekçesi elimizi kolumuzu bağlamaktadır.”
Ve işte Manisa kadısının gerekçesi:
“Gerçekten, nice öğrenci subaşının bahsettiği bu eylemlerin sahibi olmuşlardır. Kendilerine az bir ceza verilerek salıverilmişlerdir. Bu öğrenciler sekiz yaşlarında iken medreseye tahsil için alınmışlar ve tam onbeş sene, birbuçuk arşın kalınlığındaki taş duvarlar arkasında dünyayı bilmeden, anlamadan eğitime tabi tutulmuşlardır. Yaşadığımız dünyada yararlı olsunlar diye yetiştirmek istediğimiz bu çocukların dünyamız hakkında fikirleri yoktur. Yetiştirildikleri baskı altında, yirmi yaşlarının içinde infilak etmişlerse, onlardan çok bizleri kabahatli ve suçlu saymak gerektir. Fiillerini cezalandırdık. Ne var ki aslında bu fiilleri doğuran sebepleri cezalandırmak gerekir. O da haddimiz dışındadır.”
Ve ikinci ferman gönderilir devlet tarafından. Fermanın içeriği, derhal olaylara mani olacak sosyal ve ekonomik tedbirlerin alınarak sonucun bildirilmesidir.
Şimdi yakın tarihimize ve çevremizde olan-bitene bir bakıp, kaç devlet adamımızın, hangi sorumlu ve yetkilinin sorunlarının gerçek kaynağına indiğini söyleyebiliriz? Onlar bir tarafa, kendi yakın çevremiz ve ailemiz içinde sorunların hakiki kaynağına inebildiğimizi söyleyebilir miyiz?
Komplolar Hep Olacak Ama...
Türkiye tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşıyor. Adeta bir çökertilme operasyonuna maruz. Sanki bir takım kötü emelli hesaplar daha da geliştirilmiş ve çağın icaplarına uydurulmuş olarak tatbik ediliyor. Bu bir kehanet veya hayal değil, tarih okuyan bir insanın geçmiş olayları bugüne uyarlayarak kolayca varabildiği bir sonuç.
1878 Berlin Konferansı’nda Alman devlet adamı Bismarck bizden yana görünür. Gerek Rumeli’de gerekse Doğu Anadolu’da azınlıklar için muhtariyetler istendikçe, zaman zaman İngiltere ve Fransa’ya karşı çıkar. İnce bir politika izler. Osmanlı’yı yanına alarak Fransa ve İngiltere’ye karşı güç oluşturmanın hesaplarını yapmaktadır. Oysa onun da diğerlerinden farkı yoktur. Zira yıllar sonra Prince de Bulow hatıralarında şunları yazacaktır:
“Türkiye öyle bir noktada ki, onu parçalamadan dünyaya hakim olma imkanı yok. Osmanlılar’ın anlamadıkları bir şey vardı bu konferansta. Onlar sadece Avrupa ve Afrika ile Arap Yarımadası’ndaki topraklarının elden alınacağını sanmaktaydılar. Oysa batılının hedefi Anadolu’yu ele geçirmekti. Türk olmayan unsurların yaşadıkları yerler nasıl olsa elden çıkacaktı. Ama Türkler Anadolu’da köklenmişlerdi. Bin yıllık bir mazileri, gelenekleri, dilleri ve vatan anlayışları vardı. Onları buradan söküp atmak kolay değildi. Fakat hedef buydu. Nasıl yapılacaktı bu iş? Bismarck, Türkler’in zorla değil, kendileri ile anlaşılmış havası verilerek, dostlukları kazanılarak içten çökertilmek suretiyle, bu hedefe varılacağını hesaplamaktaydı.”
İçinde bulunduğumuz ortamda da, müttefik olduğunu söyleyerek Türkiye üzerinde entrikalar çeviren sözde dost ülkelerin ve uluslararası kuruluşların bulunduğunu; halkımızın bilgisi dışında, bilmesinin de mümkün olmadığı uluslararası konferanslarda üzerimizde oyunlar oynandığını tarihe bakarak pekalâ söyleyebiliyoruz.
Ama şuna da inanıyoruz: Sevr’de, Lozan’da, Yalta’da, Potsdam Konferansları’nda ve günümüzde hangi kararlar alınmış olursa olsun, biz Anadolu’dayız. Tarihi unutmadık, unutmayacağız...