“Bir saat tefekkür, bir senelik ibadetten hayırlıdır” denilmiştir. Bu söz ibadetin kadrini eksiltmek için değil, tefekkürün önemini hatırlatmak için söylenmiştir. Kul ibadet etmek için yaratılmış, tefekkürün hakkı da bu en kıymetli işle verilmiştir.
Tefekkür, insanın özüne doğru sefere çıkması, keşfini kendiyle tamamlamasıdır. İnsan oturduğu yerde, gözlerini kapatıp derinlere, ötelere gidebilir. Sağlam tefekkürle yazılmış metinler de böyledir. Böyle yazıların rehberliğinde tefekkürü öğrenir, kendimizi ve çevremizde olan biteni keşfederiz.
Merhum Tâhirü’l-Mevlevî’nin 1910 ile 1951 yılları arasında yazdığı İstanbul’a dair yazılar da hem İstanbul içinde hem kendi dünyamızda bizi seyre çıkarır. Gördüklerimizi, bildiklerimizi tefekkür nazarıyla yeniden keşfettirir. İlk yazıdan bir kısmını okuyalım:
İnsan Halleri
“Vakit erkence. Ortalığın mahmurluğu daha tamamıyla geçmemiş. Yapraklar ve otlar üstünde bir az evvelki çisentinin izleri parlamakta. Şair Mesihî’nin “Hâb-ı gafletten uyanmaya uyûn-ı ezhâr / Her seher su sepeler yüzlerine ebr-i bahar” (Çiçeklerin gaflet uykusundan uyanması için her sabah bahar bulutu yüzlerine su serper) hayali tahakkuk etmiş.
Taşkasap sırtında Fatih yamaçlarına bakan bir pencere önünde oturuyorum. Ben, çay -vehmiyle ne olduğu bilinmeyen bir ot haşlaması- içerken, yeni doğmuş güneşin dudakları da çiçekler ve yapraklar üstündeki rutubeti emiyor.
Dalları penceremin camını okşayan ayva ağacı -eski bir tabirle- pür-nakış çini fincanlarıandıran pembemsi çiçekleri bahar kadar taze ve hayat kadar nazik. Hepsinin etrafında ak ve oynak iki kanattan ibaret kelebekler uçuşuyor. Mahalle çocukları gibi yağmacı olan bu haşarılar, saldırdıkları o fincanların içindeki neşe şerbeti ile mest oluyorlar. Esen hafif bir rüzgâr onları kovalıyor. Fakat onları kaçıran esinti, çiçeklerin nazlı yapraklarını da uçuruyor. Çiçek ve kelebekten müteşekkil bir savruntu fezayı kaplıyor.
Karşımda şarktan garba doğru Fatih, Edirnekapısı, Bayrampaşa ve Maltepe’ye kadar kavislenen bir manzara... Arazi hafif bir meyil ile Sülüklü, Et Meydanı ve Haliçlere inerek Gureba Hastanesi ve Yeni Bahçe vadisine uzanıyor. Sonra tedrîcî bir yükselişle oldukça açık bir ufuk teşkil ediyor.
Şu saydığım yerlere yirmi yıl kadar evvel yüksekçe bir yerden bakılsaydı, Bâkî’nin, “Dikti leşker-geh-i ezhâra sanavber tuğun / Haymeler kurdu yine sahn-ı çemende eşcâr” (Çam fıstığı ağacı çiçeklerin ordugâhına bayrağını dikti. Ağaçlar yine çimen meydanında çadırlar kurdu) tasavvuru bir hakikat gibi görülürdü. Fakat Fatih yangını buraların o daimî yeşilliğini bitirdi ve pek çok taş ve kül yığını haline getirdi. O zamandan beri de açılacak yollarla caddeler yalnız harita üzerinde gösterilebildi. Hatta yenisi açılacak diye kapanacak güzergâhlar üzerinde ev yapılmasına izin verildiği için eski geçitler de kapatılmış oldu.
Bereket versin ki tabiatın bezeyicilik âdeti, bahar mevsimlerinde olsun o yıkıntı ve süprüntü çöllerini yeşil bir örtü ile gizliyor.”
(Tâhirü’l-Mevlevî, Bahar Kadar Tâze, Hayat Kadar Nazik / İstanbul Yazıları (1910-1951), Haz. Mustafa Kirenci, Büyüyenay Yayınları, İstanbul, 2020, s. 15-16-17)