Aramak

Tuna Boyu Gazileri Akıncılar

Tuna boylarında at oynattığımız günler çok mu gerilerde kaldı? Yoksa masal mıydı onlar? Ne çabuk unuttuk “Estergon Türküleri”ni. Bir tarih dolusu zafer bizim değil mi yoksa? Allah’a adanmış canlar, uğrunda şehid olunan ideallerimiz birer hayal miydi?
Hani, “kimi hançer olmuş, kimisi mızrak, kartal kanatlı, gümüş kılıçlı, ceylan sekişli atlara binmiş serdengeçti akıncılar”dan bahseden tarih? Yoksa, o da mı yalandı? Yoksa, şairin dediği gibi: “Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti / İyi insanlar iyi atlara binip gitti” ler mi? Evet gittiler, gitmişler... Osmanlı’nın emaneti “Evlad-ı Fatihân”lar Sırp kasaplarının zulmüne dücar olup, yurdundan yuvasından kopmuşsa, ciğerparesi evladından, can yoldaşı yavuklusundan, atasından, atayurdundan koparılmışsa, Tuna dertli dertli çan sesleri dinliyorsa gurbet ellerde, kubbeler çökmüş, minareler yıkılmış, ezanları susmuş şehirler varsa... O insanlar, iyi insanlar, iyi atlara binip gitmişler, demek ki!.. Yahya Kemal’in “Bir gün, dolu dizgin boşanan atlarımızla / Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla” dediği gibi, hem de kanatlı atlara binerek Huzur-u Mustafa’da toplanmaya gitmişler. Ve biz bugün “Akıncı Türkülerini” bile söylemekten utanıyoruz. “Akıncı...” Kimdi? Neydi “Akıncılık”? Hiç değilse o ruhu biraz hatırlayalım. Kelimenin tam anlamıyla “mücahid-i fî sebilillâh” olan, hayatları ve ölümleriyle destanlaşan, yine bir başka şairin “Biz kasırga oğulları / Biz kanatlı süvariler” diye tasvir ettiği insanları anlatalım. Ecdadımızın Balkanlar, Polonya, Macaristan, Dalmaçya ve Yunanistan fütuhatının öncüleriydi akıncılar. Evliya Çelebi onlar için: “Muhabbetli ve büyük cesaret sahibi askerlerdir... Başlarına taçları samur ve kaplan postundan kalpak koyup, arkalarında kurt ve ayı postları vardır. Koltukları altında karakuş kanatları bağlıdır. Ellerine kurt derisi sarılı olup, nicesinin alet ve silah levazımı, kendisini garip ve acayip şekle koyar... Heybetli yüzleri, düşman için tam bir felaket gibiydi.” der. İslam ruhunu, pasifik kıyılarından, Atlantik kıyılarına, Nil’den Tuna’ya, Kafkaslar’dan Alp’lere ulaştıran süvariler, akıncılardır. At sırtında doğup, at sırtında büyüyen Orta Asya’nın cengaverleri, Ahmed Yesevi ve Horasan Erenlerinin duasıyla önce Sakarya boylarında Taptuk Emre Hangahında atlarını suladılar, daha sonra Gül Baba arkasında Tuna boylarında saf tuttular. Orhan Gazi Han Oğlu Süleyman Paşa, ne zaman ki gazileriyle Çanakkale Boğazı’nı salla geçip Gelibolu’ya ayak bastı, o günden sonra gaziler atlarını Tuna’dan sulamak için adeta can attılar. Sakarya’nın kardeşi Tuna... Onların Anadolu hasretini bastırdıkları yer oldu. Tuna 330 defa Akıncılar tarafından geçildi. Almanya içlerine, İsviçre Alplerine akınlar yapıldı. Yola çıkanlar bir daha dönmemek üzere yola çıktılar... Akıncılık neydi? Akıncılık ruhu nasıldı? İşte unuttuğumuz ve unutturulan değerlerimizden ikisi daha... Tarih yazarlarımız ve tarih kitaplarımız hep Yeniçeriden bahseder... Oysa Osmanlı fütuhatının temelinde Akıncılık ve Akıncı yatmaktadır. “Akıncı öncüdür, gönüllüdür, serdengeçtidir. Dalkılıç, kelle koltukta, yol açan, yol gösteren fedaidir. Ardından ordu gelir. Sonra millet... Ve yurt kurulur.” der Yılmaz Öztuna ve ekler: “Akıncılık bir ruh meselesidir. Ömer Muhtar İtalyan karşısında, Şeyh Şamil Ruslar karşısında, Şeyh Abdülkadir Fransızlar karşısında bir akıncıdır...” Çünkü bunlar birer iman ve aksiyon adamıdırlar... Akıncı ruhu taşırlar. Akıncı için, savaşmak cihattır. Akıncılar saf Anadolu çocuklarıydı. Akıncı beyleri, Osman Gazi’nin yoldaşlarının çocukları ve torunlarıydı. Saray ve padişahlar akıncı töresine karışmazlardı. Kimin akıncı olup, kimin akıncı olamayacağına Akıncı Beyi karar verirdi. Devşirmelerin bu ocakta yeri yoktu. Akıncı Ocağı beyleri sadrazam ve paşalardan değil doğrudan doğruya padişahtan emir alan kimselerdi. Rütbeleri Sancakbeyi derecesinde idi ve Yeniçerilerde olduğu gibi “Ağa” değil “Bey” olarak anılırlardı. Devlete ve padişaha karşı hiç bir zaman baş kaldırıp isyan çıkarmadılar. Estergon’da, Silistre’de İstoni Belgrad’ta, Vidin’de kökleri Osman Bey dönemine inen, Malkoçoğlu, Mihaloğlu, Turhanoğlu, Evrenosoğlu diye anılan ve şecereleri şehit ve gazilerle dolu asilzadeler idiler. Akıncılar, Avrupa ve Balkan dillerini bilir, tüm lehçeleri konuşurlardı. Akıncı ideal sahibi insandı. İdeali olmayan insan nasıl kelleyi koltuğa alabilirdi ki? Evliya Çelebi onları şöyle anlatır: “Gaziler daima kılıcı belinde, tüfengi elinde adamlar olup, şebü rûz (gece gündüz) silahları ile yatarlar. Hatta gusl ederken, namaz kılar iken bile alâtu silahları yanlarında amade dururlar...” Akıncılardan korunmak için Avrupalılar, hususi dualar okurlar ve kiliselerine “Türk Çanı” denilen alarm çanları takarlardı. Türk akıncıları ilkbaharla birlikte Tuna boylarında görününce, kiliseler çanlarını çalarak “Türk geliyor!” diye alarm verirlerdi. Bugün Tuna boyları binlerce akıncı şehidi koynunda barındırmaktadır. Ve akıncı ruhları acıyla Tuna boylarındaki katliamı seyretmekte, şairin dediği gibi: “Tuna için için ağlamaktadır.” Hakkın ve adaletin atlıları bir yaz günü kafilelerle geçtiler Tuna’yı, bir daha dönmemek üzere. Zaten Akıncı törelerinden biri de budur. Akıncı Bey, padişahtan veya serdardan geri dönmeme emri de alabilirdi. Böylesine bir meslekti Akıncılık...

 Akıncı Ocağının Sönmesi

Tarihimizin kaydettiği en büyük akınlardan birisi Fatih Sultan Mehmed döneminde Transilvanya’ya yapılan kırkbeşbin kişilik akındı. Bu akına o devrin en meşhur akıncılarından Mihaloğlu Ali Bey, Mihaloğlu İskender Bey, Evrenosoğlu Hasan Bey ve İsa Bey, Malkoçoğlu Bâli Bey ve daha yedi akıncı beyi iştirak etmişti. Transilvanya’yı baştan başa dolaşan akıncılar, Prens Batori’yi ağır bir yenilgiye uğrattılar. Daha sonra Macar Kralı’nın Batori’ye yardıma gönderdiği zinde kuvvetlerin başındaki Kont Kinizi, yorgun akıncı birliklerine ağır zayiatlar verdirdi. Kendi ölü ve yaralılarını toplayan Kont Kinizi, Akıncı yaralı ve ölülerini bir araya toplayıp üzerlerine kilimler attırıp bir işret sofrası kurdurarak, zaferini adi ve vahşi bir zevkle kutladı. 16. asır, Osmanlı Tarihi’nin en acı olayına şahit oldu. Osmanlıların “Eflak” dedikleri Güney Romanya Voyvodası Mihai, Devlet-i Ali Osman’a isyan edince Sadrazam Sinan Paşa yüzbin kişilik orduyla Romanya’ya girdi. Mihai savaşmaktan kaçınarak geri çekildi. Sadrazam da isyan bastırılmış gibi, Bükreş ve Targovişte şehirlerine az bir asker bırakarak geri dönmeye başladı. Mihai de, 24 saatlik bir mesafe ile sadrazamı takibe başladı. Targovişte’ye gelen Mihai, burada şehri savunan üçbinbeşyüz Türk’ten Ali Paşa, Koçu Bey ve diğer yüksek rütbeli subayları hafif ateşte çevire çevire kızarttıktan sonra maiyetiyle birlikte büyük bir iştahla yediler. Diğer Türkler kazığa oturtuldu. Bu suretle Kazıklı Voyvoda’dan bir buçuk yüzyıl sonra, Romenlerin barbarlıkta bir nebze geriye gitmedikleri anlaşıldı. Ve 21. yüzyıla girerken bugün Balkanlar’da Sırplar ve Ortodoks Hıristiyanları, dedelerini aratmayacak zulüm ve vahşeti halen sergileyerek, tarihi kinlerini unutmadıklarını gösterdiler. Bu faciadan habersiz Sinan Paşa geri çekilmeye devam ediyordu. Tuna Nehri’ni geçen 80 yaşındaki devşirme Sinan Paşa, köprülerin başına tahsildarlar yerleştirerek, arkadan gelmekte olan düşmana aldırmadan ganimet payının beşte birini toplama sevdasına düştü. Asi Voyvoda Mihai yetmişbin kişiyle iyice yaklaştığında, bazı subaylar Tuna’nın iki yakasında bölünmüş ordunun tehlikede olduğunu Sinan Paşa’ya anlatmaya çalışıyorlardı. Zorla ikna edilen Sinan Paşa, vergi memurlarını kaldırdığında iş işten geçmiş, Mihai köprüleri top ateşine tutmuştu. Akıncıların bir kısmı düşmanla mücadele ederken, büyük bölümü köprüye yüklenmişlerdi. İşte bu sırada bir top mermisi yüzlerce metre uzunluğundaki tahta köprüye isabet ederek havaya uçurdu. Binlerce akıncı sonbaharın coşkusuyla kaynayan “kanlı Tuna deryasına” döküldüler. Kalan akıncılar Voyvoda’nın askerleri tarafından kılıçtan geçirildiler. Akıncı Ocağı tarihinin en büyük darbesini almıştı. Katip Çelebi tarihe bu anı şöyle not düştü: “Bu suretle akıncı taifesinin çoğu karşı yakada bulunduğundan, hiç kimse kurtulamadı. İşte o zaman akıncıların kökü kesildi ve ocak söndü. Ki, bir asırda, bir vakada böyle bir hezimet olmamıştır.” Bu suretle 16. asrın sonlarında, Akıncı Ocağı bir daha altından kalkamayacağı bir darbe yedi. Bu darbe Osmanlı Tarihi için bir dönüm noktası oldu. Akıncıların Avrupa ve Balkanlar’daki tesir ve baskıları giderek zayıfladı. Osmanlı’nın Avrupa’ya ilerleyişinde öncü olan bu güçler ortadan kalkınca, gerileme ve çöküş de başlamış oldu. Akıncılar Yahya Kemal’in dizelerinde anlattığı gibi, tarihimize birer seda bırakarak bu diyardan gittiler: “Dünyaya veda ettik atıldık dolu dizgin En son koşumuzdur bu, asırlarca bilinsin Lakin kalacak doğduğumuz toprağa bizden Şimşek gibi bir hatıra, nal seslerimizden.”

 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy