Aramak

Türkçe’nin Perişan Hali

Dil, bir milletin kültürünün yazılı ve sesli ifadesi. Özellikle konuşma dili, toplumun düşünce dünyasının gelişmişliği hakkında ciddi ipuçları taşır. Toplumun, anlam yüklü düşünce diliyle mi, yoksa sadece sıradan ihtiyaçlarını anlatabildiği günlük ve argo bir dille mi konuştuğu düşünce dünyamızın boyutlarını da belirliyor.
Herkes dilediği kelimelerle konuşup, dilimize keyfine göre tasarruf edebiliyor şimdi. Herhangi biri okuduğu veya daha yeni tanıştığı bir yabancı dilden yeni ve garip birçok kelime ve kavram katıyor dil dağarcığımıza. Hem de bu kelimelere hiç ihtiyacımız yokken... Bu yüzden manalarını en büyük sözlüklerde bile bulamadığımız kelimelerle karşılaşıyoruz. Türkçe’miz artık, tabii muhitimiz gibi kirletilmiş durumda. Bir zamanlar uydurma dilin taarruzuna maruz kalan Güzel Türkçe’miz, şimdi de Batı menşeli kelimelerin istilası altında. Ölçüsüzlük, seviyesizlik, curcuna... Mesela: Çocuklarımızın dilin edüşen “oley!” kelimesi, o masum ağızlardan heyecanla yükselen bir temenniyi öldürdü: Artık çocuklarımız sevinince, “yaşasııın!” diye haykırmıyor. Güzellikler karşısında hayranlığımızı “süpeeer!” diyerek belirtiyoruz. Bu kelime, o kadar yaygınlaştı ki, ona, mükemmel, harika, harikulâde, muhteşem, görkemli, fevkalâde, müthiş gibi kelimelerimizi feda ettik. Bu kelimeler, neredeyse hafızalardan da silinmek üzere... Bu günlerde herkesin kullandığı “prosedür”ün gelmesiyle de, usulümüz, töremiz, yolumuz, yordamımız, edep ve adabımız unutuldu. Oysa Arapça’dan almış olduğumuz, hasret, garip, gurbet kelimeleri hiçbir Türkçe kelimenin ölümüne sebep olmamıştı. Onlar dilimizi işgal eden kelimeler değil, bizim fethettiğimiz kelimelerdi. Geçenlerde ekrana çıkmış bir konuşmacının, “karar” kelimesi yerine, “disijın” dediğine şahit oldum. Hem de İngilizce tam telaffuzu ile... Artık Arapça ve Farça kelimeleri atarak, onların yerlerine, uydurduğumuz kelimeleri de konuşmuyoruz. İfadelerimize gittikçe İngilizce ve Fransızca kelimeler egemen olmaya başlıyor. “Mesele”miz Arapça’ydı. Canına kıydık. Onu sorunyaptık. Sonra, “problem” oldu. “Aksülâmel”imizi “tepki” yaptık ama “reaksiyonu” daha çok kullanmaktayız. “Kapalı çarşı”larımıza zaman zaman Fransızca’dan alınma, “pasaj” diyebiliyoruz. Kur’an surelerine de bazı akademisyenlerimiz, “sure” değil de “pasaj” demeyi tercih ediyorlar. “Hadise”yi olay yaptık. Fakat “olay” dile kolay mı geldi ne, artık her şey için olay demeye başladık. ‘Şu öğretmenlik olayı’, ‘öğrencilik olayı’ vs... Kuruyemişçi bir arkadaşım vardı, dükkanına uğradım. O da, bu kelimeyi nereden diline düşürmüşse, yemişleri tanıtırken, ‘fıstık olayı’, ‘fındık olayı’, ‘leblebi olayı’ diyerek kullanıyordu. Bir mağazanın vitrininde, ‘olay fiyatlar’ yazıyordu. Buna sevindim! Şükür ki insanı sinirden “şok” eden şok kelimesini kullanmamıştı. Bu birkaç cümle, içine girdiğimiz dil çıkmazını sergilemeye yeter sanırım... Ama insanı asıl hayrete düşüren bu yanlışlıklar değil. Bu yanlışlıklar karşısında harekete geçecek bir müessesemizin olmayışıdır. Türkçe’mizin müdafaasız bırakılışıdır. Onun her türlü istilaya açık bir saha haline getirilişidir. Bundan daha esef verici olanı ise, çocuklarımızın ve gençlerimizin okul çantalarından, defterlerinden, ciltliklerinden tutun da, giyim kuşamlarına kadar her neyimiz varsa üzerine bir tek Türkçe kelimeye rastlayamayışımızdır. Bunlar hangi ülkede üretiliyor acaba? Caddelerimizdeki çoğu İngilizce ve Fransızca olan dükkan ve mağaza isimlerini okurken,  insanımızın artık Türkçe’ye kıymet vermediği kanaati hasıl oluyor. Bunların daha da ötesinde bizi asıl meraklandıran, anadilimiz ile ibadet fikrini ortaya atacak kadar Türkçe’ye ehemmiyet veriyormuş gibi gözüken anlayışın, bu dil curcunası karşısında bugüne kadar ne yaptığıdır. Türkçe bu derece kirletilirken, evrensel kültür dedikleri hakim Batı kültürünün içerisinde bu derece erimeye terk edilmişken, bu durum karşısında hiçbir kıpırdanış göstermeyen, hiçbir endişe duymayan, ama iş anadili ile ibadet konusuna gelince en ateşli Türkçeci kesilen bu anlayışın, anadilimiz hakkındaki bütün mütalaalarına gayri samimi olarak bakmak zorundayız. Üç kıtada fethedip, toprağına iman ektiğimiz ülkeleri birer birer elden çıkardığımız gibi, bu diyarlardan fethettiğimiz kelimelerimizi de işte bu zevat sayesinde yitirdik. Artık Türkçe’miz, çürüten ve öldüren bir eylül yaşamakta... Onun gür yapraklı ve meyve dolu dalları arasında, adeta ölümün soğuk nefsi dolaşıyor şimdi. O gür yapraklar üzerinde, tasfiyeciliğin öldüren rüzgarları esip duruyor. Türk dili bahçesi artık bülbülleri şakımayan hazan bahçelerine döndü. Bir zamanlar ‘yaşanmaz bu memlekette’ diye haykıran Batı hayranı aydınlar, ülkelerini yaşanmaz hale getirdikten sonra, şimdi de dilini konuşulmaz, anlaşılmaz ve ilim yapılamaz hale getirdiler. Tam bir ırkçı tepkiyle dilde tasfiye başlatanlar, tavus kuşunun o güzelim tüylerini yolup, yerine karga tüyleri ektiler... Nihayet ortaya dil değil, bir ucube çıktı. Yahya Kemal’in tabiriyle, yerine o müstekreh, o sevimsiz, o hiçbir estetik değeri olmayan beton blokları kurmak için, bulduğu her tarihi eseri yıkan “kör kazma”, bu sefer de ecdadımızdan, şanlı mazimizden bize hatıralar ve bir medeniyetin irfanını taşıyan kelimelerimize yöneldi. Tasfiyecilik, binlerce yıldan beri bizim olmuş; darb-ı mesellerimizde, ata sözlerimizde, deyimlerimizde, türkü ve şarkılarımızda, mani, ninni ve koşmalarımızda, ilahilerimizde ve hatta dualarımızda hüsnü kabul görmüş Arapça ve Farsça kelimeleri imha yoluna koyuldu. Ve irfanımızı uydurma kelimelerin selinde boğdu. Bu arada şunu da belirtmeliyiz ki, her dil elbette komşu dillerden kelime, komşu kültürlerden birtakım manalar devşirecektir. Ama bunun bir usulü, bir yolu-yordamı olmalı değil midir? Bir dili tehdit eden asıl tehlike, yabancı kelime almak ve ihtiyaç duyulduğunda da kelime türetmek tehlikesi değildir. Dilde asıl tehlike, ırkçılık ve bunun bir gereği olan tasfiyecilik tehlikesidir. Evet... İnsanlık ailesi içindeki bir kavme, sırf onun dilinden, renginden, doğup büyüdüğü vatanı yüzünden hayat hakkı tanımak istemeyen ırkçı zihniyet neyse, bir dil dağarcığında yer etmiş ve benimsenmiş olan kelimelere savaş açan anlayış da odur. Bu zihniyet, Arapça asıllı kelimelere saldırıya devam ederse ve buna da bir dur diyen çıkmazsa, korkarım ki Anadolu’nun temiz yürekli çocuğu, edebiyatını, Yunus’unu, Karacaoğlan’ını bile; annelerinin söylediği o saf Türkçe kokan ninnileri bile anlayamaz hale gelecektir. Artık onlar Yunus’un “Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz / Sözünü bişirip diyenin işini sağ ede bir söz” gibi tertemiz, gönülden gönüle akan ve İslâm irfanını taşıyan mısralarını anlayamaz duruma gelecek ve maziden, kendi öz kıymetlerinden kopma tehlikesine düşecektir. Bu kötü niyetli anlayışın gidişatına dur diyecek bir müessese olmaz ise, Erzurumlu Emrah’ın “Sevdiceğim arzı didâr eylemez / Gönül gayrilerle pazar eylemez Yerinde rahatça karar eylemez / Emrah bilmem kimin divanesidir.” dörtlüğündeki arz, gayri, didâr, karar, pazar, divane gibi Arapça ve Farsça menşeli kelimelerden dolayı, bu şiirin bizim edebiyatımızın bir mahsulü olmadığı kanaatine varabilecek kadar ahmak ve andavallılar bile zuhur edebilir. Artık Türk diliyle beraber, insanımızın irfanı, musikisi, edebiyatı da can çekişmekte. Türk’ün İslâm kaynaklı kültürü ve töresi, dildeki bu mesuliyetsiz tavrın tahribine maruzdur artık. Neylesek acaba?!.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy