18. yüzyıl, Avrupa’da dine başkaldırının, Hıristiyanlığı sorgulamanın, kilise ile Avrupalı aydınların mücadele asrı oldu. Aklı her şeyin üstünde tutan rasyonalizm (akılcılık), kilise karşısında kesin bir zafer kazandı. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, Pozitivizm kiliseyi tamamen devreden çıkarmıştı. Pozitivizme göre insanın kalkınması ve mutluluğa ermesi, ancak deneysel ilim ve teknoloji sayesinde mümkün olabilecekti. Ama ne var ki 20. yüzyılda teknolojik araç ve gereçlerin dünya pazarlarına sürülmesi, kıyasıya rekabetler, iki büyük dünya savaşının çıkmasına, hiç uğruna milyonlarca insanın katledilmesine sebep olmuştu. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra dünyanın mutsuz insanlarında, bilhassa Avrupa ve Amerika’da, dine karşı bir ilgi uyanmaya başladı. Ruhlarının açlığını dindirmeğe çalışan kitleler, bir takım dini kulüp ve tarikatlarda kurtuluş arıyorlardı. İnsanlık, pozitif bilim ve teknolojinin doyuramadığı ruhunu tatmin için çeşitli yollara başvuruyor; kimileri Uzakdoğu’nun, kimileri Hind’in, kimileri de Afrika’nın kendilerine gizemli gelen inançlarında bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Aç ruhlar, şiddet, uyuşturucu, alkol, fuhuş ve her türden sapkınlıkla tatmine çalıştı. Bunların yetmediği yerlerde ferdi ve kitlesel intiharlar gündeme geldi. Gerçek vahyin kitlelerden gizlenmesi, insanları bozuk ve sahte inançlar çevresinde toplanmaya itti. Tek ve gerçek kurtuluş yolu İslâm, siyasi mülahazalarla gözden uzak tutulmaya çalışılınca, anarşizm her boyutuyla insanlık alemini sardı. Batı’da meydana gelen bu gelişmelerin Türkiye’ye yansıması beraberinde büyük bir facia getirdi. Cemil Meriç’in ifadesi ile “bir avuç müstağrip” İslâm’a insafsız ve haksız eleştiriler getirdiler. Avrupalı’nın hatasını anlayıp dönmeye çalıştığı noktayı bile göz ardı ederek, Tanzimat’tan bu yana üçyüz senedir, kendi toplumları ve toplumsal değerleriyle kavgalarını sürdürdüler. Dünya değişmesine rağmen, onlar asla değişmediler. Son zamanlarda dünyanın çeşitli yerlerinde İslâm’a ve dine dönüşte büyük bir artışın olmasını hafızaları almadı. Dünyada meydana gelen bu uyanışla birlikte ortaya çıkan yeni problemlere çözüm üretmek yerine, Batı’nın kör taklitçisi ve uşağı olmayı sürdürdüler.Türk aydınları, hiçbir zaman kendi halkının desteğine mazhar olamadı. Ne Tanzimat’ta, ne Meşrutiyet’te, ne de sonraki dönemlerde aydınlarla halkın çizgisi örtüşebildi. Hep kesilmeler ve kırılmalar oldu. Öyle ya! Kendi medeniyetlerini boşayanların, başka kültürlerle kıydıkları zoraki nikahla ne kadar mutlu olunabilirdi ki?
Batı’nın Yeniçerileri
Peki kimdi bu aydınlarımız? Cemil Meriç, Tanzimat’la ortaya çıkan bu yeni sınıf için, “hüviyetini kaybeden, irfanıyla alakasını kesen”, “Batı’nın yeniçerisi” der. Aydın, “bir yüzü evrensele, diğer yüzü de kendi coğrafyasına dönük bir bilinç ve hareket adamıdır.” diye de tarif edilir. Ama bizimkilerin yüzleri hep evrensel saydıkları Batı’ya dönük kaldı. Tanzimat aydını ve sonrakiler, Batı’nın karşısında sadece eğildiler. Körü körüne bir taklit ve tercüme faaliyetiyle değişimi yakalayacaklarını sandılar. Hıristiyanlık’la İslâm’ı, kilise ile camiyi eş değerde gördüler. Toplumlarına batıkültürü diye Batı’nın küfrünü, sapkın fikirlerini aktardılar. Sonuç itibariyle, kendi toplumu ile kavgalı, kendi değerlerini dışlayan bir nesiller yetiştirmeyi de başardılar. Çöküş döneminin Avrupa hayranı Osmanlı aydını, yine Cemil Meriç’in ifadesiyle “okuduğu her kitapta gördüğü her hastalığın kendilerinde de olduğunu vehmeden toy tıp öğrencilerine benzerler. Kucağında yaşadıkları toplumu sıhhate kavuşturmak için kitaba sarılır, onu hayali hastalıklarla donatırlar. Kendi tarihimiz, kendi meselelerimiz ile uğraşmak tenezzüldür. Asırlarca önce kurulmuş bir devleti, dünyaya istikamet vermiş bir medeniyeti küçümserler.” O kuşağın sembol isimlerinden Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet, Rıza Tevfik ve Mehmed Cavid gibi edebiyatçı ve sosyologlar, yeni bir Osmanlı tipi meydana getirmenin peşindedirler. Ama kendi evlatlarını bile kurtaramadılar. Tevfik Fikret’in oğlu Haluk, papaz olup çıkmıştı. Teşhisi, üstad Cemil Meriç’ten dinlemeye devam edelim: “Aydınlar, yol göstericileri olmayan, yol göstericilerdi. Değişim sağladıklarını sanıyorlardı. Oysa ki çürüme gerçekleşmişti. Çürüme de değişimdi, ama gelişim değildi.” “Kurtuluş arıyorlardı. Doğruyu arıyorlardı ama aradıkları yer doğru değildi. Adres yanlıştı.” Gerçekten de, mutlak doğrudan ayrılanlar yeni yollar aradılar. Yeni yollarla kurtuluşa ereceklerini sandılar. İdeoloji ve izmler, onların amentüleri; filozofalar ve ideologlar yeni rehberleriydi. İnsanları, vahyin yerine, Eksistansiyalizm, Nihilizm, Darvinizm, Pozitivizm, Rasyonalizm gibi bir sürü görüşe çağırdılar. Güya bunlar aydınlığa açılan kapılardı. Ama o kapıların ardında anarşi, zulüm, intihar, kaos ve daha hangi olumsuzluk varsa onlar vardı. Kimliksiz ve kişiliksiz, halka rağmen halkçı geçinen, sözde her düşünceye saygılı, ama gerçekte kendi gibi düşünmeyeni hakaret dolu sıfatlarla dışlayan bu insanlar nasıl aydınlık getirecekti ülkelerine? Onlar, tarihleriyle, dinleriyle, dilleriyle, gelenekleriyle kavgalıydılar. Kendi öz benliklerine, kültür ve köklerine ihanet etmişlerdi. Oysa ışık kaynağı Doğu idi. Batı, gelişimini önemli ölçüde Doğu’ya borçluydu. Biyoloji, coğrafya, astronomi, fizik, kimya, tıp, tarih, matematik gibi alanlarda Avrupa’nın akıl hocaları müslümanlardı. Yüzlerce müslüman alim, Semarkand’dan Endülüs’e uzanan bir coğrafyaya bilgileriyle ışık saçmışlardı.Kuranlar ve Yıkanlar
23 milyon kilometre kareye ulaşan Osmanlı Cihan Devleti’nin temellerini atanlar alim ve ariflerdi. Onun parçalanmasının ve tarih sahnesinden çekilmesinin sebebi de, Batı’nın yeniçerileri aydınlarımız. Çünkü Yunan tanrılarının Olimpus Dağı’nı, Hira Dağı’na tercih edenlerden kendi medeniyetlerine ne hayır gelebilirdi? Bu haliyle Türk aydınları, hiçbir zaman kendi halkının desteğine mazhar olamadı. Ne Tanzimat’ta, ne Meşrutiyet’te, ne de sonrasında aydınlarla halkın çizgisi örtüşebildi. Hep kesilmeler ve kırılmalar oldu. Öyle ya! Kendi medeniyetlerini boşayanların, başka kültürlerle kıydıkları zoraki nikahla ne kadar mutlu olunabilirdi ki? O nikahın mahsulü aile, doğacak çocuklar ne kadar mutlu olabilirdi? Aydınlar, yazdıkları, çizdikleri, söyledikleri tüm çalışmalarında halkla çatışma içinde oldular. Romanlarında, tiyatrolarında, karikatür ve mizahlarında, sinema ve televizyonlarında sermayeleri müslüman halkın yaşantısı idi. O yaşantıyı aşağılayarak, yok sayarak aydınlanma hareketini başlatacaklarını sandılar ama başarılı olamadılar. Bunun üzerine, iktidarların baskı unsurlarını halkın üzerine saldılar. Kanunların, yönetmeliklerin çıkarılması ve uygulanmasında etkili olabildiler. Toplumu baskı ve tazyik altında tuttular. Genç nesiller üzerinde müthiş bir beyin yıkama faaliyeti gerçekleştirdiler. Kuşaklar arası çatışmalar doğdu. Torunlar, dedelerinin ve ninelerinin değerlerini çağdışı buldu. Türk toplumu “mozaik toplum” oldu. Şimdilerde, ufkumuzu böylesine karartan Tanzimat aydınlarının torunları bitmez tükenmez bir enerji ile dedelerinin izinde yürümeğe devam ederlerken, ariflerin ve abidlerin nesilleri ufuklarını daraltarak, küçük ve günlük hesapların içerisinde oyalanmaya daha ne kadar devam edecekler? Dünyanın dine yöneldiği şu zamanda kime ne şekilde ulaşacağız? Kendi çocuklarımız aydınların esiri! “Başımıza gelenler kendi ellerimizle kazandıklarımız” değil mi?..