Çok yalın bir soru ile başlayalım: Ümitsizlik, mümin için bir seçenek olabilir mi? Yaradılış aleminin bir sona doğru ilerlediğini bilen, Rabbi'nin sonsuz rahmet sahibi olduğuna iman eden bir kişi, ümitsizlik ve karamsarlık makamında kalıp, imanına ve imanın kendisine verdiği güvene gölge düşürebilir mi?İnsan, tanımı ve yaradılışı gereği haller arasında gidip gelen bir varlıktır. 'Kalp' kelimesinin kökeni, sürekli dönme, ters yüz olma, 'inkılaba' uğrama ile irtibatlıdır. Hatta kimi klasik dilcilere göre insan sürekli değişik ruh halleri arasında gidip geldiği için, onun özünü ve merkezini temsil eden nesneye, 'kalp' denilmiştir. Fakat insanın özünün sürekli değişim ve çalkantı içinde olması mümkün müdür? İstikrar ve sükundan yoksun bir hayat biçimi, insanları huzura götürebilir mi? Elbette ki hayır. Nasıl her canlı varlık birimi ve her mekanizma bir merkeze muhtaç ise, insan da bir merkeze, onu savrulup kaybolmaktan koruyacak bir merkez noktasına muhtaçtır. Zira merkezi olmayan bir ünitenin ne bir bütün olduğundan, ne de parçaları arasında anlamlı bir ilişkinin var olduğundan bahsedebiliriz. Bir başka ifadeyle parçayı parça yapan, dolayısıyla dağınık, irtibatsız bölümleri bir bütün haline getiren, merkezdir. İşte bu yüzden İslâm, insan kalbi ve onun bir merkeze bağlanması üzerinde ısrarla durmuştur. Din, manevi, ahlâki, metafizik ve hatta hukuki öğretileri ile insana bir merkez sağlar. Tam bu noktada, bu merkezin nereye bağlandığı hayati öneme sahiptir. İnsan kendine merkez olarak dünyayı ve içindeki geçici nesneleri esas kabul edebilir. Nitekim Kur'an’ın çeşitli kıssa ve örneklerle anlattığı dünyevi insan, kendine merkez olarak yüce ve sabit olanı değil, süfli ve fani olanı seçmiş insandır. Böyle bir insan tipinin nihaî manada huzur ve sekinet halinde olması imkansızdır. Zira kendine merkez olarak aldığı eksenin bizatihi kendisi geçidir, sürekli çalkantı ve savrulmalara maruzdur. Buna mukabil, Kur'an’ın ısrarla vurguladığı İslâm insanı, kendine merkez olarak ebedi ve sabit olanı seçmiş, böylece kendini değişmeyen bir değerler manzumesine bağlamıştır. Kalbinde böyle bir merkeze sahip olan insan, kişisel bir bütünlüğe ulaşmış demektir. Böyle bir insanın, her esen rüzgar onünde eğilmesi yahut savrulması mümkün değildir. Zira onun için değişmesi gereken, dünyanın zaten değişmek mecburiyetinde olan fani yüzüdür. Değişmeyen, zaman ve mekanın ötesindeki merkez, bu oluş-bozuluş alemi içerisinde bir kılavuz, bir ölçü taşıdır. Bu yüzden doğru hesap ve muhasebe, günümüzde pek çok insanın yaptığı gibi merkezi çevreye göre ölçmek değil, çevreyi merkeze göre tanımlamaktır. Bir başka ifadeyle, kendini ilahi merkeze sabitlemiş mümin kişi, oluş ve bozuluşun ötesindeki kalıcı ve ebedi olanı görme ferasetine sahip insandır. Böyle bir kişi için Yaratıcı'nın sunduğu hidayet ve hakikat, her daim taze ve diridir. Bunun doğal bir neticesi olarak, kendini merkeze raptetmis insan, ruhen ve manen her zaman genç ve gürbüzdür.
Mümin İçin Ümitsizlik Mümkün mü?
Başta sorduğumuz soruya bu çerçevede cevap arayacak olursak, şöyle bir tablonun ortaya çıktığını söyleyebiliriz: Seyr u sulûkunu ilahi merkeze bağlamış insan için ümitsizlik bir seçenek olamaz. Bunun başlıca iki sebebini şöyle ifade edebiliriz: Kendini ezeli ve ebedi değerlere bağlamış insan için dünyanın yol açtığı hayal kırıklıkları, üzüntüler, ümitsizlik halleri, baskılar, küçük görmeler, fani ve den’î olanın vazifesini yerine getirmesinden ibarettir. Merkeze sahip kişi, özünü yani kalbini, ruhunu ve aklını sabit olana bağladığından, özü bu tür beşeri zaaflardan zarar görmez, onların tozuyla paslı hale gelmez. Buna mukabil en ufak bir menfaat çatışması, baskı yahut hayal kırıklığı karşısında dünyasının yıkıldığını düşünen dünyevi insan, merkezden ve istikametten yoksun insan tipinin örneğini oluşturur. İkinci sebep, doğrudan Yüce Mevlâ'nin sonsuz rahmet sahibi oluşuyla ilgilidir. Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde müminlere Allah'in rahmet ve ihsanından ümit kesmemeleri emredilmiş, Cenab-ı Hak ile dogrudan bağımızın önemine dikkat çekilmistir (Yusuf/87; Hicr/56; Rum/36, Zumer/53). En zor anlarda bile Allah'in rahmetinden umidini kesen, yani ümitsizliğe kapılan insan, Rabbi'nin irade ve şefkati konusunda son derece hatalı bir bakış açısına sahip demektir. Zira Allah'ın ihsan ve rahmetinden ümit kesmek, Yaratıcı'nın sunduğu bir nimetten yüz çevirmek olduğu gibi, yaşanan sıkıntı ve zorlukları Yüce Mevlâ'nin ilahi plânının dışında görmek anlamına da gelir. Bu noktada İslâm’ı 'ihsan makamı'nda yaşamanın ve güçlü bir ahiret bilincine sahip olmanın önemi, bir kez daha açıklık kazanmaktadır. Bu bakış açısının bir neticesi olarak İslâm toplumları, ümitsizlik halinden kaynaklanan intihar, inkârcılık (nihilizm), kat’î bireycilik, maddi ve manevi anlamsızlaşma, ailenin çöküşü gibi toplumsal hastalıklara çok yakın zamanlara kadar maruz olmamıştır. Batı toplumları açısından bakıldığında ümit kavramı, -dindar hıristiyanlar istisna tutulacak olursa- duygusal bir temenniden öte gitmeyen bir seydir. Zira içi boşaltılmış ve dünyevileştirilmiş ümit kavramı, onu sürekli canlı ve diri tutacak dikey boyuttan ve metafizik tazelikten yoksundur. Hayatı ve varlığı manasız bir oluş-bozuluş zinciri olarak gören inkârcılığın (nihilizm), felsefi bir düşünme tarzı olarak Batı'da ortaya çıkmış olması ve halâ batılı bir eğilim olarak kalması şüphesiz tesadüf değildir. Bu yaklaşımın köklerini eski Yunan düşüncesinde çok net bir sekilde görmekteyiz. Klasik Yunan medeniyetinde insanoğlunun yeryüzündeki varoluş serüveni daima bir tiyatro kurgusu içinde ve bir trajedi ve dram olarak sunulmuştur. Klasik Yunan yazarlarının trajedi, dram yahut komedileri, insan hayatını çeşitli yönleriyle ele almaya çalışan eserlerdir. Lakin bütün bu değişik tiyatro çeşitlerindeki ortak nokta, hepsinin trajedik ve dramatik bir çerçeveye oturtulmuş olmasıdır. Bu düşünme tarzına göre, bizatihi bu dünyada var olmanın kendisi (bu dünyaya 'atılmış fırlatılmış' olmak), trajik bir durumdur. Hayatı bir trajedi olarak algılayan bir dünya görüşü ile, varoluşu Yaratıcı'nın bir hediyesi ve aynı zamanda imtihanı olarak değerlediren İslâm arasındaki fark, yeterince açık olsa gerek. Dünya görüşlerindeki bu farkın doğal bir neticesi olarak, Batılı anlamda tiyatro İslâm dünyasında hiç bir zaman gelişmedi ve revaç bulmadı. Batı'nın modernlesme adı altında yürüttüğü kültür emperyalizminin 250 yıllık tarihine rağmen bugün tiyatronun İslâm memleketlerinde halâ revaç görmemesi; buna mukabil batılı ülkelerde önde gelen sanat dallarından biri olması, kısaca temas ettiğimiz bu iki dünya görüşü arasındaki farktan dolayıdır. Benzer bir durumu, Ortaçağ katedralleri ile camiler arasında yapılacak bir mukayese de ortaya koyacaktır. Şüphesiz katedrallerin hıristiyan dinî hayatı içinde belli bir görev ve işlevi var; dahası onlar, Ehl-i Kitab'ın ibadet yeri olarak koruma altındadırlar. Lakin cami ile kıyaslandığında, katedrallerin mimari yapısından, dik ve sivri detaylara; ışığın kullanımından resim ve tasvirlere kadar temelde trajik ve dramatik bir karakterinin olduğunu görürüz. Bu, hiç şüphesiz hıristiyanlığın, Hz. İsa (A.S.)’ın peygamberlik görevini ve göklere çıkarılışını (onlara göre çarmıha gerilişini), bir trajedi ve dram olarak algılaması ile doğrudan irtibatlıdır.Tebessüm; Asıl Şimdi
Bütün bu mukayesler bir noktayı açıklığa kavuşturmuş olsa gerek: kendini ilahi merkeze bağlamış bir müminin hayatında trajik ve dramatik bir şey yoktur. Hayatın önümüze koyduğu çirkinlikler, kuçüklükler, zaaflar, hayal kırıklıkları, bizzat hayatın kendisinden değil, iradesini doğru kullanamayan insanlardan kaynaklanan arizî bir durumdur. Asıl önemlisi, 'Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser?' (Hicr, 56) sorusunun muhatabı olan kişi, bütün bu küçüklük ve zaafları aşacak iman tazeliğine ve diriliğine sahiptir. İnanan kişinin ümit kaynağı bu dünyayı ve içindekileri aşan bir hakikat olduğundan, onun içinde bulunduğu ümit ve heyecan hali, en kötü şartları dahi kuşatıp alt edecek güce ve dinamizme sahiptir. Yakın dönemde önümüze konan umitsizlik ve karamsarlık tablosunu bir veri olarak kabul etmek, imanın bize verdiği özgüven ve asalete gölge düşürmek olduğu gibi, bizimle ilgili kötü niyet sahiplerinin hedefine ulaşması ile de eş anlamlıdır. Bu yüzden bu dönem, yeis, karamsarlık, bıkkınlık, ümitsizlik değil; bilakis heyecan, neşve ve tebessüm dönemidir. Müminin her tebessümünün, küfre ve cehalete atılmış bir ok olduğunu unutmamalıyız!