Çocukluğun has bahçesinde bir karanfil gibi solmadan duran teravihler... Minik avuçların semaya açılışıyla, karanlıktan aydınlığa doğru kuşların kanadına takılan âminler... İlk tadın ruhlarda bıraktığı unutulmaz lezzetle beklenen yeni iftarlar, sahurlar, teravihler... Ve unutulmayan, hep yaşatılan bayram sabahları...
Gün doğumunda önümüze düşen ve gün batımına kadar takip ettiğimiz gölge gibidir çocukluğumuz. Ya da bir ulu ağacın gövdesine kazınan şekillerdir ilk öğrendiklerimiz, ilk örneklerimiz. O ağacın gövdesindeki şekil ne ise, ağaçla büyüyen gelişen de odur. Silinmesi çok kolay olmayan, hatta imkânsız olan izlerdir onlar. Sonradan değiştiğini zannettiklerimiz, hayat boyu büyüttüğümüz, çoğalttığımız fotoğraftan başka bir şey değildir.
Gün yüzüne çıkan her şeyin bir gölgesi varsa, yeryüzüne gelen herkesin de bir gölgesi vardır. Gölgeler ilk doğuşla birlikte kendini gösterir. İster biz gölgemizi takip edelim, isterse gölgemiz bizi takip etsin; her iki durumda da bu cümlenin öznesi biziz. Yani büyümüş ve değişmiş şekilleri, uzamış-kısalmış gölgeleri, çoğaltılmış fotoğrafları anlamlandırabilmek için de ilk hallerini görebilmek gerekiyor.
Ay geceyi uyandırır
Ahşap kapıların açılışıyla ve tahta döşemeleri gıcırdatan ayak seslerinden öğrenmiştik sahurun anlamını. On bir ayın sultanıyla tanışmamız, evin ortasına gizlice kurulan alüminyum sinilerin üzerine bırakılan kaşık sesleriyle başlamıştı. O vakitler çatalın ne olduğunu bilmiyorduk. Daha sonraları da uzun süre uzak durdu sofralardan, dedemin fikrine göre de çok tehlikeliydiler. Şimşirden yapılmış kaşıklardan başka kaşık kullanmadı ömrü boyunca. Büyüklerin çocuklar uyanmasın diye fısıltılı konuşmalarına karışan yeni pişmiş veya ısıtılmış yemeklerin kokusuyla birlikte son kararımızı veriyorduk: Gündüz yemeyen-içmeyen bu insanlar geceleri bizden gizli olarak en güzel yemekleri yiyor olmalılar ki gün boyu yemeğe ihtiyaç duymuyorlardı!
Aklımızdaki bu düşünceyi aramızda dillendirip, büyüklerimizin de bundan haber olunca çok üzüldüklerini gördük. Bizi de geceleri kaldırıp uykulu gözlerle sahur sofrasına oturttuklarında, aslında yemeklerin hiç de farklı olmadığına şahit olduk. Sahur yemeğinin ramazan ayı için bir gereklilik ve dahi güzellik olduğunu öğrendiğimizde önceki düşüncelerimizden dolayı mahcup da olduk.
Kimi gün yarım gün, kimi gün birkaç saatliğine oruç tutmaya başladığımızda mutlaka sahura kalkılması gerektiği bize bildirildiğinde, sahur vaktine kadar uyuyamıyor ve gökte süzülüp giden ay, penceremizin altındaki nar ağacının iki dalı arasından göründüğünde vaktin geldiğini anlayıp herkesten önce biz çıkıyorduk yataklarımızdan.
Pınarda su hasreti
Tam gün tutmaya karar verdiğimiz oruç ağustos ayı içindeydi. Ninemin söylediğine göre henüz bize farz olmamıştı, fakat biz kararlıydık. Dedem de ilk orucunu ağustosta tutmuş ve bu onun ağustosa rastlayan ikinci ramazanıymış. Dedem, bizim oruç tutmaya karar verdiğimizi öğrenince o günü tatil ilan etmişti. Ağustos ayı fındık toplama zamanıydı. O gün kimse bahçeye çıkmadı. Ramazanın ilk gününü de bir bayram havası içinde yaşadık.
Oruçlu olmanın ve bahçeye gitmemenin mutluğu içinde başlayan gün, ilerleyen saatlerde yerini halsizliğe, özellikle de susuzluğa bırakmıştı. Bir parça ekmeğin, bir yudum suyun ne kadar değerli olduğunu bundan başka bir zamanda anlamak mümkün değildi. Verilen bir sözü yerine getirmenin, büyükler gibi sabretmeyi öğrenmenin ayrı bir güç verdiğini fark ediyor, yorulan bedenimizin ötesinde ruhumuzun adeta kanatlandığını hissediyorduk. İftar vakti yaklaştığında köy çeşmesinin başındaki kalabalık da artıyordu. İlk önce taze su sofralarda yerini alıyordu.
Böyle bir mevsimde yemekten çok suya ihtiyaç duyuluyordu çünkü. Kaynağı toprağın derinlerinde olan köy çeşmesinin suyu kış mevsiminde ılık, yaz mevsiminde ise diğer sulara göre daha soğuk idi. Onun için akşama yakın ziyaretçileri daha da çoğalıyordu. O çeşmeden su doldurmanın en güzel yanı ise, akan suya mahzun mahzun bakarken bir yudum içememekti.
Yalnız O’nun için
Kurulan iftar sofrasının başında ezanı beklemek ayrı bir heyecandı. İşte bardakta su, tabakta yemek… Fakat belirlenen zamanı bekliyorsun onlara uzanmak için. Beklemenin, hasretin ve kavuşmanın anlamını kavrıyorsun birkaç dakika içinde. İstesen o anda bir bardak su içebilirsin. Hem de bu kadar susamışken, dudakların birbirine yapışıyorken… Bütün mesele burada işte. Hür kalmak ya da esareti kabullenmek…
Duygularının, isteklerinin esiri olup onların her isteğini yerine getirenler bunu özgürlük adına yaptıklarını düşünseler de, onca isteğin kölesi olduklarının farkına varmazlar. Özgürlük, canının her isteğini, aklına her geleni yapmak değil, sonrası için pişmanlığa dönüşecek isteklerin sesini hiç duymamaktır aslında. “Dil esirin olduğu günden beri âzâdedir/ Masivaya bağlanır mı bağlanan vicdan sana.” beytini dedemden zaman zaman duymuş olsam da gerçek manasını daha sonraları anlayacaktım. Gönül yalnızca Allah’a bağlanmakla, O’nun sonsuzluğunun esiri olmakla diğer bütün varlıkların esaretinden kurtulup, gerçek özgürlüğüne kavuşmuş oluyordu demek.
“Senin rızan için…” diye başlayan ninemin iftar sofrasındaki duaları da sadece Yaratan’a kul olmanın, O’nun isteğine boyun eğmenin ve diğer her şeyden âzâde olmanın en derin ve kalıcı yankısını oluşturuyordu, akşam ezanına karışıp göklere doğru ağan sesler içinde.
Farkına varmak
Hasretle bekleyişin sonundaki kavuşmaların anlamı daha bir başka oluyor. Önce dokunuş, sonra koku ve tadı nimetin… Her yudum suda ayrı bir lezzet, her lokma ekmekte tarifsiz bir tat… Bir görevi yerine getirmenin ve bütün olumsuz duyguların saldırısı karşısında kazanılan bir zaferin huzuru... İnsan olmanın, kul olmanın, sevilenin isteğini yerine getirmenin derin hazzı... Saadetin zirvesinden havalanıp ötelere doğru kanat vurdukça genişleyen, büyüyen bir yüreğin sevinci…
Böylesi güzel akşamları fark etmeyen, tadına vararak bir yudum suyu içmenin lezzetini, mutluluğunu yaşamayanlara üzüldüm ömür boyu. Güçsüzlüğünü bir güç gibi görüp, iradesizliğinin minderinde nefsine tuş olmuş bahtsızlara acıdım, vah ettim. Oysa güzelliği, huzuru bilenler onu paylaşmak istiyordu. Bir deryanın kanarından geçip gitmek ve elinde bir tas olmamak… Ne mahrumiyet!
Bayram sevinci
Bir kişinin zor sığdığı patika yollardan, yağmurlu akşamlarda düşüp kalkarak ulaşılan cami... Çocukluğun has bahçesinde bir karanfil gibi solmadan duran teravihler… Minik avuçların semaya açılışıyla, karanlıktan aydınlığa doğru kuşların kanadına takılan âminler… İlk tadın ruhlarda bıraktığı unutulmaz lezzetle beklenen yeni iftarlar, sahurlar, teravihler… Ve unutulmayan, hep yaşatılan bayram sabahları... Hangi birimiz bir kere bile olsun bir bayram sabahına başucumuzda yeni gömlek, yeni pabuç, yeni elbise sevinciyle uyanmadık ki.
Ramazan gecelerinde evlerimizi gaz lambaları, camilerimizi ise lüksler aydınlattı. Mahyalı minareleri ve ışıl ışıl yanan şehirleri yıllar sonra görebildik. Fakat büyüklerimizin, mübarek günlerde, gecelerde, dahası çocukluğumuzun her anında en parlak yıldızlardan ışıklar kopararak yüreklerimize astıkları mahyaların ışığını, şeklini hiçbir zaman unutmadık, yitirmedik. O izler bütün güzelliğiyle yürek haritamızın sınırını sonsuzluğa çekmeye gayret etti.