Aramak

Yolda Bir Kutlu Köprü: Seyyid Abdullah-ı Şemdinî [k.s.]

Hâcegân yolunu Irak’tan Anadolu’ya bağlayan bir köprüydü Seyyid Abdullah k.s. Köprüden sonrasını ancak yeğeni Seyyid Taha’nın sürdürebileceğinin farkındaydı. Ve bir köprü olarak yolun öncesiyle sonrasını birleştirmekle görevli olduğunu biliyordu. Bu sebeple Seyyid Taha’ya yol hazırlığı için verebileceği her şeyi verdi.
Seyyid Abdullah-ı Şemdinî k.s., Seyyid Abdülkadir-i Geylanî’nin nesebinden şerefli bir ailenin mensubu olarak Şemdinli’de dünyaya geldi. Küçük yaşlarda başladığı ilim tahsilini, şimdi Irak sınırları içinde bulunan Süleymaniye medresesinde tamamlamıştı. Diğer din ilimleri yanında özellikle Şafiî fıkhına hakimiyeti ile tanınan büyük bir alimdi. Süleymaniye’deki medresede Mevlâna Halid-i Bağdadî k.s hazretleriyle aynı yıllarda okumuşlardı. Çok yakın iki arkadaştılar. Aynı hocalardan feyz almışlar, öğrendiklerini karşılıklı mütalaa ederek pekiştirmişlerdi. Ortaklaşa yaşadıkları tahsil süreci ve arkadaşlıkları onları birbirine benzetmişti. Bir mesele karşısında aynı şeyi düşünüyor, aynı değerlendirmeyi yapıyorlardı. Nitekim medreseyi bitirdikten sonra ikisi de manevi bir rehber ihtiyacı hissetmişlerdi. Bu sebepledir ki, bir mürşid-i kâmil arayışıyla Hindistan’a gitmeye hazırlanan Mevlâna Halid’e Seyyid Abdullah da katılmak istedi. Fakat madem iki bedende tek kişi gibiydiler, ikisinin birden bu yolculuk meşakkatine katlanmasına gerek yoktu. Mevlâna Halid, “Sen kal, ben gideyim; oradan getireceklerime ortağız.” dedi. Seyyid Abdullah razı oldu, dostunu dualarla uğurlayıp dönüşünü beklemeye koyuldu. Arkadaşlıktan müritliğe İki yıl kadar sonra Hindistan’dan Süleymaniye’ye dönen Mevlâna Halid’i karşılamak üzere heyecanla yola düşen Seyyid Abdullah, gelen Halid’in giden Halid olmadığını daha ilk bakışta anladı. Gittiği yerden aldığı manevi derinlik ve kemalât her haline yansımış, Mevlâna Halid’i bambaşka biri yapmıştı. Saygı uyandıran bir heybeti vardı. Görünmeyen bir nur hâlesi içindeydi sanki. Bakışları insanın kalbine işliyor, uhrevî bir aleme çağırıyordu. Aralarındaki ortaklık anlaşmasını hatırladı ama şimdi görüyordu ki onun getirdiklerini taşımak hiç de kolay değildi. Seyyid Abdullah tereddüt etmeden, yaşça da kendisinden küçük olan bu eski medrese arkadaşının önünde hürmetle diz çöküp oturdu, ona tabi oldu, irşat halkasına yeni bir talebe gibi katıldı. Seyyid Abdullah k.s., Mevlâna Halid-i Bağdadî’nin kendisini her zaman eski bir dost olarak görüp arkadaşlık hukuku içindeki muamelesine rağmen, bir müridin mürşidi karşısında takınması gereken edebi hep muhafaza etti. Delhi’den alıp getirilen feyz ve derinlikten nasibini alması için tam bir teslimiyet gerekiyordu. Şimdi Halid-i Bağdadî’ye talebe olma, diğer insanları ona bağlanma konusunda teşvik etme zamanıydı. Çünkü bulundukları coğrafyanın da başka coğrafyaların da ancak onun getirdiği manevi nurla yeniden aydınlanabileceğini çok iyi biliyordu. Bu bir fırsattı ve heba edilmemeliydi. Seyyid Abdullah, Mevlâna Halid’e bağlanmakla kalmadı, haset ve kibirlerinden dolayı ona engel olmaya çalışanların karşısına da dikildi. İlmindeki derinlik ile bütün itirazları çürütüyor, iftira ve ithamları boşa çıkarıyordu. Kısa zamanda seyr ü sülûkunu tamamladı, Halid-i Bağdadî k.s.’nin ilk büyük halifelerinden biri oldu. Mevlâna Halid Bağdat’a giderken Süleymaniye’deki dergâhı ve talebelerini Seyyid Abdullah’a emanet etmişti. Asıl vazife Bir müddet sonra sıkı bir tasavvuf terbiyesinden geçirilerek kendilerine irşat izni verilen Nakşî-Halidî yolunun halifeleri dünyanın dört bir yanına dağıtılırken, Seyyid Abdullah da memleketine, Şemdinli’ye gönderildi. Şemdinli ve çevresinde bedevî bir hayat tarzını sürdüren aşiretlerin nasihate ihtiyacı vardı. Bölgede cahillik kol geziyordu. İnsanlar aşiret taassubuyla hareket ediyor, hak hukuk tanımıyor, kan davaları ve cinayetler giderek artıyordu. Seyyid Abdullah, Şemdinli civarındaki Nehri kasabasına yerleşti. Buraya hemen bir medrese ve dergâh kurarak irşada başladı. Bir yandan talebe yetiştiriyor, bir yandan da aşiretler üzerine çöken cehalet karanlığını dağıtmaya çalışıyordu. Son derece mülayim, kibar bir mürşid-i kâmildi Seyyid Abdullah Şemdinî Hazretleri. “Menbâu’l-Hilm: yumuşak huy kaynağı” lakabıyla anılıyordu. Rıfkla muamelesi, incitmeyen üslubu sebebiyle onu herkes seviyor, sözlerini dinliyordu. Münkiri, yani ona karşı çıkıp itiraz edeni yoktu. Nasihat ve telkinleri meyve verdi, kısa zamanda gözle görülür bir düzelme oldu bölgede. Çevrede bulunan insanlar uzak yakın demeden onun irşadına koştular. Yetiştirdiği talebeler her geçen yıl biraz daha çoğalıyordu. Fakat Seyyid Abdullah buraya gönderilmesindeki maksadın hâlâ gerçekleşmediğini biliyordu. İrşat müddetinin kısa olacağını, ömrünün sonuna yaklaştığını hissediyordu ama asıl vazifesini henüz yerine getirememişti. O maksat ya da vazife, kendisinden sonra Sâdât-ı Kiram’ın yolunu Anadolu coğrafyasının her karışına taşıyacak bir rehberi bulup emaneti ona teslim etmekti. Bu rehberin kim olabileceğine dair kesin kanaat sahibiydi üstelik. Berdesur kasabasındaki medresede ders veren yeğeni Seyyid Taha’yı gözüne kestirmişti. Ne var ki arada bir huzura gelip amcasının elini öpen, sohbetlerini dinleyen Seyyid Taha, etrafındakilerin teşvikine rağmen bir türlü ona tabi olmuyordu. Münkiri olmayınca Seyyid Taha, devrinin bütün ilimlerini tahsil etmiş, kendisinden kerametler sâdır olan mübarek bir gençti. Amcası Seyyid Abdullah’ın ilim ve irfanından emindi ama onun kâmil mürşit olup olmadığı hususunda tereddütleri vardı. Çünkü şimdiye kadar amcasına muhalefet eden hiç kimseye rastlamamıştı. “Peygamberlere, alimlere, evliyaya her zaman düşmanca davrananlar olmuştur. Amcam, dedikleri gibi evliyanın büyüklerinden ise ona haset edenlerin, onu sevmeyenlerin olması gerekirdi. Hele hakikatin unutulup bid’atlerin yayıldığı, dünyaya rağbetin arttığı şu zamanda acaba niçin onun büyüklüğünü inkâr eden, ona karşı çıkan kimse yok?” diye düşünüyordu. Halbuki mürşidi Mevlâna Halid-i Bağdadî hazretleri, Seyyid Abdullah’ın mizacındaki mülayemetten kaynaklanan bu durumun şüpheye yol açmaması için şöyle ikaz etmişti çevresindekileri: “Seyyid Abdullah ne güzel bir şeyhtir. Onda hiç kusur yok. Fakat onun münkirinin, yani karşısına çıkıp büyüklüğünü inkâr eden kimselerin bulunmaması kusur gibi görülebilir.” Gerçi diğer Allah dostlarının yaşadıkları sıkıntılarla karşılaştırıldığında Seyyid Abdullah’ın düşmanca tutumlara maruz kalmadığı söylenebilirdi ama bu, onun hiç muarızı olmadığı manasına gelmiyordu. Elbette sağda solda onu da yalanlayanlar, çekemeyenler vardı. Nitekim Seyyid Taha, amcasıyla alakalı tereddütlerle Berdesur çarşısında dolaşırken böyle birine rastladı. Tanımadığı bir adamdı bu ve pervasızca Seyyid Abdullah’ın aleyhine ileri geri konuşuyordu. Seyyid Taha rahatladı, hemen Nehri’ye koştu, amcasına teslim oldu. “Onlar şehzadelerdir” Hâcegân yolunu Irak’tan Anadolu’ya bağlayan bir köprüydü Seyyid Abdullah. Köprüden sonrasını ancak yeğeni Seyyid Taha’nın sürdürebileceğinin farkındaydı. Ve bir köprü olarak yolun öncesiyle sonrasını birleştirmekle görevli olduğunu biliyordu. Bu sebeple Seyyid Taha’ya yol hazırlığı için verebileceği her şeyi verdi ama sülûkunu tamamlaması için onu aldı, Mevlâna Halid’e götürdü. Mevlâna Halid’in beklediği bir ziyaretti bu. Bağdat’ta kaldıkları süre içinde her ikisine de özel bir alâka gösterdi. Dergâhtakilere de, “Beni Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha’dan üstün tutmayınız.” buyurmuştu. Sofiler taaccüple, “Onlar sizin talebeleriniz olduğu halde niçin böyle emredersiniz?” diye sorduklarında Halid-i Bağdadî şöyle demişti: “Onlar şehzâdelerdir. İleride inşallah sultan olacaklar. Biz ise bir müddet onların terbiyesi ile meşgul olan ve böyle yüksek bir vazifenin kendisine verildiği mürebbiyiz. Mürebbi, şah olacak şehzadeden üstün olabilir mi?” Bu sözler Mevlâna Halid-i Bağdadî hazretlerinin büyük velilere mahsus tevazuunu yansıttığı kadar Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha’nın kıymet ve önemini de ortaya koyuyordu. Seyyid Abdullah, emanet sahibini bulmanın, köprü vazifesini yapmanın huzuruyla 1813’te Nehri’de vefat etti. Hayâ ve edebi, hilm ve merhameti ile Hz. Osman r.a.’a benzeyen bu büyük velinin irşat müddeti, nihayet bir köprü uzunluğu kadardı. Kısaydı ama olmazsa olmazdı. Bugün onun bağladığı yolda yürüyenler, istikametlerini o köprüye de borçludurlar.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy