Aramak

Yuvaların Yuvasız Çocukları

Onlara yuva çocuğu diyoruz, aslında bir yuvaları olmadığını bildiğimiz halde. Birer çıbanmış gibi yaklaşıyoruz çoğu kez. Bunlar bizim çocuklarımız. Nuh bu yüzden kendi çocukları gibi görmüş onları. Elinden geldiğince kalplerini onarmış. Evet, zoru başarmış. Çocukların gülen yüzlerinde biz de şahit olduk.

Onun başka bir havası vardı. Diğerlerinin bakışlarının arkasında görünen hüzün, onun tüm simasında idi. Gülerken bile ruhunun ağladığını anlayabilirdiniz. Ne yaşamıştın sen çocuk! Nasıl bir karanlık çökmüştü üstüne bu kadar!

Halil’den bahsediyorum. Babasını çok küçükken kaybetmiş, anne-hasta, bir küçük kardeşi olan, hayli itilip kakılmış, hırpalanmış, daha ufacıkken çocuk yuvasına alınmış Halil’den. Halil bu yüzden kopkoyu bir hüzne hapsolmuştu sanki. Hayatın en acı esen rüzgârları ona sert vurmuştu belli ki.

Onunla konuşurken dikkatli olmaya çalışırdım; diğerlerine konuştuğumdan daha dikkatli. Fakat ne kadar uğraşsam da ulaşamıyordum ona. Görünmez bir perde, daha doğrusu saydam bir duvar vardı sanki aramızda.

Kuruma geleli çok olmuştu Halil. Gelip gitmeye başladığımda oradaydı zaten. Diğerleri de öyle. Devam ettiğim süre boyunca da pek değişmedi sayıları. Hemen hemen aynı çocuklar. Nuh, onların tabiriyle Nuh Baba, küçükken almıştı onların sorumluluğunu. Şimdi hepsi fırtına gibi çocuktular. Ama Halil hariç...

Halil büyümüş de küçülmüştü sanki; yok yok, büyümüş ama hiç küçülmemişti. Bu öyle bir büyüklük hali ki ne kadar anlatsam bunun bir tarifi yok aslında. Nuh yanlarındayken çocuklaşırlardı ama bir baba otoritesini ve merhametini hissettiklerinden olsa gerek, belli bir çekingenlikleri de vardı. Neredeyse bütün vakitlerini beraber geçirirlerdi. Biz de bazen onlara katılırdık. Bu sırada Halil yanımızda ama bizimle değildi.

Şimdi uzun uzun size Halil’in durumunu anlatsam ne değişir? Halil böyleydi işte. Bir hüzün sarmalının içinde. Nuh Babaları onlarla kendi çocukları kadar ilgilenirdi. Hatta çocuklarını da onlarla beraber büyüttü diyebilirim. Pikniğe, sohbete, namaza, gezmeye, ziyarete beraber giderlerdi. Böyle böyle girdi kalplerine. Böyle böyle şekil verdi onlara. Her birinin farklı acılarla oraya buraya savrulmuş kalplerini toparladı. Sevginin gücü diye bir şeyden bahsederler ya... İşte o nasıl bir güçse artık, bu çocuklar o güçle sarıldılar hayata.

Bir zaman sonra Halil’in de Nuh Babasına ufak adımlarla da olsa yaklaştığını gördüğümde bir şeylerin Halil için de değişmeye başladığını anlamıştım. Nihayet o da iyileşiyordu. İçine hapsolduğu duvarları arkadaşları ve Nuh Babasıyla beraber yıkıyorlardı. Halil’in gülen yüzünü görmeye başlamıştık. Diğerleri gibi o da kalbinin kapılarını açıyordu yavaş yavaş. Merhamet olmasa halimiz nice olurdu?

Nuh Baba diyor ki Efendimiz de öksüz ve yetim büyümüş. O da bu çocukları Peygamber’den bir emanet gibi kabul etmiş. Hafif titreyen bir sesle devam ediyor: “Onlar aslında hepimize, bütün topluma emanetler. Bütün sabiler, masumlar... Onlar olmasa üzerimize taş yağacak. Ama kime ne diyeceksin.”

Bu çocuklar bir anneye babaya nazlanmanın özlemi içindeler. Bunun nasıl bir şey olduğuna şu yaşımda babamı kaybedince anlayabildim. Onlara yuva çocuğu diyoruz, aslında bir yuvaları olmadığını bildiğimiz halde. Birer çıbanmış gibi yaklaşıyoruz çoğu kez. Bunlar bizim çocuklarımız. Nuh bu yüzden kendi çocukları gibi görmüş onları. Elinden geldiğince kalplerini onarmış. Evet, zoru başarmış. Çocukların gülen yüzlerinde biz de şahit olduk.

Yuvadaki çocukları düşünürken okuduklarını, duyduklarını hatırlıyor insan. Yetime kol kanat gerenin cennette Efendimiz’le iki parmağın yan yana oluşu gibi beraber bulunacağı müjdesini hatırlıyor. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdeki yetimlere dair ısrarlı uyarıları...

Hani resmî kurumlarda bazı dolapların üzerinde “yangında ilk kurtarılacak” yazar ya, eğer insansak, müslümansak bu çocuklar ilk kurtarılması gerekenler arasında. Bir aileye sahip olamadıkları için her türlü tehlikeye, suistimale açıklar. Eskiden neredeyse her evde bir yetime bakılırmış. “Dârü’l-eytâm”lar kurulmadan önce her ev bir yetimin barınağı imiş. Anadolu’da “Köylüoğlu” diye bir lakabın varlığını duymuşsunuzdur belki. “Köyün çocuğu” yani bütün köyün sahiplendiği bir yetim.

Dedelerimizin ninelerimizin anlattıkları hatıralarda mutlaka bir yetimin hikâyesi de vardır. Şimdi her işi devlete ihale ettik ama sorumluluktan kurtulmadık. Hiçbirimizin hanesinde bir kaşık da onlar için ayrılmıyor. Hadi aşina yüzlerin dışındaki herkese yabancılaştık. Bir yetim için ayrılmış üç beş kuruşumuz da olamaz mıydı? Kaldıkları yerlere yolumuz düşemez miydi?

Bu çocuklar için “kimsesiz” demeye dilim varmıyor. Çünkü onların kimsesi biziz, hepimiz... Aslında onlar etrafımızda yokken kimsesiz olan biziz.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy