“Onlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle huzura eren kimselerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 28)
Âyet-i kerimenin bağlamına göre Allah Teâlâ’nın zikrinden maksat, öncelikle Kur’an-ı Kerim’dir. Çünkü bir önceki âyette inkârcıların kabul etmedikleri şey Kur’an-ı Kerîm’di:
“Yine o iman etmeyenler diyorlar ki: ‘Ona Rabbi’nden bir âyet indirilseydi ya.’ De ki: Hakikaten Allah dilediğini şaşırtır ve kendisine gönül vereni de hidayete erdirir.” (Râd 27)
Dolayısıyla bu ayet-i kerimeyle müjdelenen, müminlerin gönüllerini sükûnete erdirip huzura kavuşturan zikir Kur’an-ı Kerim’dir. Yine şu ayet-i kerimeler de zikirden muradın Kur’an-ı Kerim olduğuna delâlet eder:
“Bu (Kur’an) da bizim indirdiğimiz mübarek bir zikirdir.” (Enbiya 50)
“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr 9)
Ayet-i kerime, Cenâb-ı Hakk’ın ezelde hidayet takdir ettiği ve Allah’a yönelen kimselerin özelliklerini anlatmaktadır.
Nazargâh-ı İlâhî
Allah Teâlâ’ya iman; O’nun İlâh, Rab, Melik oluşuna iman etmektir. O’ndan gelenlerin hepsine, hayata müdahalesine iman etmektir. O’nun emir ve yasakları dairesinde bir hayat yaşamaya iman etmektir. İşte o müminler Allah’a böyle iman ederler.
Onların kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olmuştur. Allah’ın Kitabı’yla, ayetleriyle huzura kavuşmuştur. Mümin, Allah Teâlâ’nın ayetlerini duydukça, öğrendikçe, ayetlerle kendisini tanıdıkça Rabbi’ni tanımaya yol bulur. Cehaletten, şüphe ve tereddütlerden kurtulup mutmain olmuş bir kalp ile emniyete ulaşır.
Kur’an-ı Kerim, kalplerdeki küfür, şirk, nifak, şüphe ve diğer bütün hastalıklara şifadır. O’nunla tanışmadan, hemhal olmadan kalplerin itminana ulaşması, sıhhate kavuşması asla mümkün değildir.
Hidayet yolu, imkânı ancak iman edenler için vardır. İman etmeyenler asla hidayete eremezler. İman insanı Allah’a götürür. İman dairesindeki kalp Allah’ı anmakla ve zikirle huzura kavuşur. İman edip sâlih amel işleyenler dünyada da âhirette de huzura kavuşurlar. Çünkü Allah’ı zikir, bütün ibadetlerin, iyiliklerin, hayırların ve güzelliklerin başıdır.
Zikir, zikredeni şerden, kötülüklerden, isyandan, küfürden, haramdan uzaklaştırır. Ruhu olgunlaştırır, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir.
Kalp mutmain olunca niyet Allah için olur. Dil Allah için hayır söyler, göz Allah için bakar, güzel görür. Kulaklar Allah için hayır duyar, ayaklar yola düşer, hayırdan hayıra koşar.
Dört çeşit kalp vardır:
- Katılaşmış kalp: Kâfirlerin ve münafıkların kalbidir. Dünya ve hazlarıyla huzur bulur. Nitekim mealen: “Onlar dünya hayatından hoşnut kalıp onunla huzur buldular” buyurulmuştur.(Yunus 7)
- Unutkan kalp: Günahkâr Müslümanların kalbidir. Tevbeyle ve cennet nimetleriyle huzur bulur. “Ne var ki o unuttu, fakat onda bir kasıt bulmadık” (Tâhâ 115) ayetiyle buna işaret edilmiştir. Şu mealdeki ayet de bu kalbe işaret eder: “Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul buyurup doğru yola iletti.” (Tâhâ 122)
- Şevk dolu kalp: İtâatkâr müminin kalbidir. Böyle kalpler de Allah Teâlâ’yı anmakla huzur bulur. Cenâb-ı Hak mealen şöyle buyurmuştur: “Onlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle huzura eren kimselerdir.” (Ra’d 28)
- Vahdânî kalp: Peygamberler ile seçkin velîlerin kalbidir. Bu kalp de Allah Teâlâ ile ve sıfatlarıyla huzur bulur. Ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: “İbrahim bir zaman Rabbine: ‘Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.’ demişti. Rabbi ona: ‘Yoksa inanmadın mı?’ dedi. İbrahim: ‘İnandım, fakat ölüleri nasıl dirilttiğini göstermen sayesinde kalbimin mutmain olması için (görmek istedim)’ dedi.” (Bakara 260)
El kârda gönül yârda
Zikir ehli müminler, Allah Teâlâ’ya yaklaşmalarıyla huzura kavuşurlar. Cenâb-ı Hakk’ın kalplerine verdiği güvenle daima emniyet içindedirler. Yalnızlığın verdiği huzursuzluk, sıkıntı ve kararsızlıktan kurtulurlar. Yaratılışlarındaki hikmeti anlayıp nereden gelip nereye gideceklerinden haberdardırlar.
Onlar zikrullah ile meşgul olduklarından Allah Teâlâ dilemedikçe kendilerine hiçbir şeyin fayda veya zarar veremeyeceğini bilirler. Bu nedenle kalpleri hep huzurludur.
Başlarına gelen bela ve musibetlerin bir imtihan vesilesi olduğunu bilirler. Bunların ancak Allah Teâlâ’nın izni ile olduğunu düşünür, sabır ve metanetle karşılarlar. Allah’ın rahmetinin gazabına galip olduğunu bilerek bunlara göğüs gererler. Kalpler, başka bir şeyle değil yalnızca Allah’ın zikriyle, Allah’ı hatırlamakla mutmain olur. Her şeyin başlangıcı ve sonu Allah’a bağlıdır. Bütün sebepler Allah’tan başlar ve yine dönüp dolaşıp O’nda son bulur.
Allah deyince, fikirler hedefinin son noktasına ulaşmış, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve bütün ümitler sona dayanmış olur.
Kalpler O’nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hepsinin daha iyisi ve daha üstünü bulunduğundan hiçbiri ile mutmain olamaz.
Hiçbir dünyalık, ruhun iştiyakını, isteğini gideremez. Heyecanını teskin edemez. İnsan dünyada daima hazların en büyüğüne ulaşmak ister. Fakat bunu bir türlü gerçekleştiremez. Kalp Allah’ın zikrinden, ilâhî marifetten zevk almaya başlayınca her şeyin Allah’a döndüğünü anlar. Artık O’ndan daha yüksek bir makam ve merci bilmez, O’nun dışında bir maksada yönelemez.
Bundan dolayı Allah’ı zikretmeyen ve marifetullaha eremeyen gafil kalpler, hiçbir zaman ızdıraptan kurtulamaz. Hakiki kalp huzurunu tadamaz. Huzursuzluk ve sıkıntı içinde çırpınır durur. Bu çırpınış bir vuslat heyecanı değildir. Geçici sebeplerden, boş emellerden kaynaklanan bir acıdır. Bu durum kalbe zikrullahı yerleştirmedikçe, “Allah” demedikçe sürekli devam eder.
Oysa Allah Teâlâ’nın zikrine devam edenler dünya meşgaleleriyle uğraşsa da kalpleri bir an bile Hak’tan ayrılmaz. Elleri kârda olsa da gönülleri yârdadır. Kalpleri kargaşadan, çokluktan, bölünmekten kurtulmuştur. İşte bu manada Allah Teâlâ mealen şöyle buyurmuştur:
“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”
Zikirle gelen güven
Müminlerin kalplerinin zikirle huzura kavuşmasında sonsuz mana ve hikmet vardır. Bunu ancak iman nuruyla zikirden nasipdâr olan kalpler anlar. İmanın ve zikrin tadını almayanlara bunu kelimelerle anlatmak çok zordur.
Allah’ın zikriyle huzur bulan insan her an emniyet ve selamette olduğunu müşahede eder. İşte o zaman bu koca dünyada tek başına olmadığını anlar. Çevresinde bulunan her şey ona bir dost, bir arkadaş gibi gelmeye başlar. Çünkü bütün kâinat Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. Bu yüzden O’ndan geleni sırf O’nun için sever.
Bu durumun tam tersi de mümkündür. Zikirden yüz çevirmek, sadece Allah Teâlâ ile huzuru terk etmek değil, O’nun yarattığı her şeyle de huzuru terk etmektir. Allah’ın zikrinden yüz çeviren, çevresiyle, kâinatla doğru ilişki kuramaz. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gittiğini bilmeden yaşayıp gider. Hayatta gerçek manada değer verilmesi gerekene değil de hepsi bir hayal mesabesinde olan şeylere değer veren insandan daha acınacak birisi yoktur.
Böyle biri, Allah Teâlâ’nın zikrinden yüz çevirdiği için ilâhî yardımdan mahrum kalır. Gittiği yolu tek başına yürümek zorundadır. Bir kılavuz, sığınacak bir merci bulamaz. Bu kişi, kör bir kuyuda merdivensiz kalan kimse gibi çaresizlik içindedir.
Ebû Tâlib-i Mekkî rahmetullahi aleyh Kûtü’l-Kulûb isimli eserinde şöyle der: “Kalpler Allah’ı zikrederek huzur bulur” fermân-ı ilâhîsinin manası şudur: “Kalpler önce karışıp sıkıntıya düşer, sonra Allah’ın zikriyle huzur bulur.”
Demek ki Allah Teâlâ’yı zikretmeden, O’nun zikriyle kalbi arındırmadan huzur bulması, temizlenmesi mümkün değildir. Şu halde Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir emrini yerine getirmeyen birinin “benim kalbim temiz, benim kalbim huzurlu” demesi kadar abes bir söz olamaz.
Zikrin “anmak” anlamı
“Zikr” kelimesi, “anmak” manasına da gelir. Ayet-i kerime bu mana üzerinden de okunmalıdır. Yani Allah Teâlâ’nın dil veya kalp ile anılması anlamı da düşünülmelidir.
Allah Teâlâ’nın hidayete erdirdiği kimseler, Kur’an-ı Kerim’i okuyup emir ve yasaklarına riayet etmekle ve O’nun ismini anmakla kalpleri huzur bulan kimselerdir. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah’ın zikri ile ünsiyet içindedirler ve onu dinlemekten hoşlanırlar.
Zikir kalplerin cilasıdır. Allah Teâlâ’nın muhabbetine vesiledir. Allah Teâlâ mealen şöyle buyurmuştur: “O halde siz beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara 152)
Burada İsmail Hakkı Bursevî rahmetullahi aleyh hazretleri şöyle buyuruyor: “Hak’tan perdeli olanların kalpleri Allah’ın zikriyle, O’nu anmakla mutmain olur. Hakk’a vâsıl olanların kalpleri ise Allah’ın onları anması ile mutmain olur.”
Rivayet edilir ki, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Necd taraflarına bir birlik gönderdi. Onlar da bir miktar ganimet elde ederek geri döndüler. Adamın biri; “Bu birlikten daha çabuk dönen ve daha fazla ganimet elde eden bir birlik görmedik” dedi. Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz adamın sözü üzerine şöyle buyurdu: “Ben size bunlardan daha hızlı ve daha fazla ganimet alan bir topluluk göstereyim mi? Sabah namazında hazır bulunan, namazdan sonra oturup güneş doğana dek Allah’ı zikreden kimselerdir.” (Tirmizî, Deavât, 198)
Ebû Saîd radıyallahu anhu şöyle demiştir: “Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem halka kurmuş bir grup sahabinin yanına geldi. Onlara;
– Sizi buraya oturtan nedir? diye sordu. Onlar da;
– Bizi İslâm’a ilettiği için Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek ve O’na hamd etmek maksadıyla oturuyoruz, cevabını verdiler. Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem;
– Allah için sizi buraya oturtan sadece bu mudur? diye tekrar sordu. Onlar da;
– Allah’a yemin olsun, bizi burada oturtan sadece budur, dediler. O zaman Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
– Size inanmadığım için yemin ettirmedim. Fakat Cebrâil gelip Allah Teâlâ’nın sizinle meleklere övündüğünü bana haber verdi.” (Münzirî, Terğib, III, 63)
İsmail Hakkı Bursevî rahmetullahi aleyh Rûhu’l-Beyân Tefsiri’nde ayet-i kerimenin tefsirini yaparken sözü Abdurrahman Bistâmî kuddise sırruhûnun Tervîhu’l-Kulûb bi-Letâif isimli kitabından yaptığı şu iktibasla bitirir:
“Zikrin şartlarından biri de zikreden kimsenin zikri, zikir ehlinin telkiniyle almasıdır. Nitekim sahabiler zikri, telkin ile Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemden almışlardır. Onlar, tabiîlere; tabiîler de meşâyıha telkin etmiş ve böylece günümüze kadar şeyhten şeyhe telkin edilegelmiştir. Kıyamete kadar da böyle devam edecektir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir!..