Adsız
Onunla tanışana kadar ödünç bir hayatı yaşıyordum. Abimin hayatını. Ben doğmadan kısa süre önce henüz bir yaşında ölen ağabeyimin. Adı Vedat, sonra ben kullandım bu adı, tam yirmi beş yıl. Yirmi beş yıl onun kimliği ile dolaştım, bir adım olmadı, onun adıyla çağrıldım. Bir tek anam, hiç o adla çağırmadı beni. Hep yavrum dedi bana. Aslına bakarsanız ilkokula gidene kadar kullandığım adın abime ait olduğunu bilmiyordum bile. Okula başladığım ilk gün öğretmen adımı sorunca heyecanla “Vedat” dedim ama bizden üst sınıfta olan biri fırlayıp “Öğretmenim, Vedat onun ağasının adı, ağası ölünce buna da Vedat didiler, ben biliyom, bunun adı yoh!” demesiyle bütün çocukluğum üstüme yıkıldı birden.
Evde lafı hiç geçmemişti. Benden önce bir abimin öldüğünü biliyordum, annemle ara sıra mezarlığa gider, bir tümseği sulardık. Annem mırıl mırıl bir şeyler okurdu içinden. Mezar taşı yoktu, adını bilmiyordum, çocuk aklıma da gelmemişti sormak. Evde lafının geçmesini meğer annem istememiş. Okula ilk gittiğim o gün ağlayarak eve gelip “Ana, Vedat benim adım değil mi, ölen abimin adı diyorlar, ana benim adım ne o zaman?” diye çıkışınca anlattı her şeyi. Meğer abim ölünce babam onu nüfustan düşürmemiş, bir erkek daha olursa aynı adı veririz, demiş. Burası köy, ilçeye gitmek gelmek o zaman eziyet. Fukaralık da cabası. Bunları öğrenince çok ağladım, bana bir ad verin, adımı değiştirin, dedim ama dinlemedi babam. “Ne olacak, adsa bu da ad!” dedi. Umudu kestim sonra, ama bir daha o adı sahiplenemedim. O günden sonra ne zaman biri adımı sorsa “Vedat diyorlar” dedim hep. Muziplik yaptığımı zannediyorlardı. Bana takılan lakapları daha çok benimsedim. Kimi zaman adımı soranlara lakabımı söyledim. Yatılı okul yıllarım da öyle böyle geçti gitti.
Yıllar geçtikçe içimdeki boşluk daha da büyüdü. Artık kendi hayatımı değil de abimin hayatını yaşıyormuş gibi hissediyordum. Kendimi kandırmıştım, dilediğimi yapabileceğimi düşünüyordum. Nasıl olsa benim hayatım değildi. Bunun hastalıklı bir hal olduğunu sonra anlayacaktım ama o zaman tekin biri değildim, çevrem müsaitti ve bana bir bahane lazımdı. Bulmuştum. Tabir caizse yürümediğim yol kalmamıştı. Nasıl olsa bu hayat benim hayatım değildi.
Karakolluk oluyordum sık sık. Polisler lakabımla tanıyorlardı. Gizli bir gurur duyuyordum bundan, ama sıkıldım. Ne yapsam tat vermiyordu. Sonra sonra bir iş tutmaya karar verdim. Öyle bir iş ki alıp başımı gitmeliydim buralardan. Ama bir taraftan da babam öldükten sonra yalnız kalan annem vardı, onu bırakamazdım. Şoförlük aklıma yatıyordu. Şoför olsam hem uzun yola gider, biraz kaçmış olurdum hem de arada bir gelir anamı görürdüm. Uzun, upuzun yollar beni çağırıyordu. Beni çağıran yolculuğun menzilinin henüz farkında değildim ama içimde bir sızı büyüyüp gidiyordu. Ehliyet almak için kursa gittim, aldım da. İş aramaya koyuldum. İş çoktu ama benim sicil ve nam bozuk olunca çaldığım kapılar yüzüme kapandı. Bu sefer lakabım önüme geçiyordu. Abimin adı ile lakabım arasında kalmıştım.
Anamın yanına gittim köye. Yıkılmaya yüz tutmuş evin hayatında oturuyordu annem. Her ana sevinir çocuğunu görünce. Üç beş gün kaldım ama niyetimi bir türlü açamadım. Yıkılan çocukluğumun geçtiği, yıkılmaya yüz tutmuş evin orasını burası toparladım biraz. Fark ettim ki asıl toparlamam gereken kendimdim. Gitmeye niyetlendiğimi anlamış olacak ki anam “Yavrum, gideceksin belli, geri de gelirsin biliyorum ama bu sefer kendini bulmadan gelme!” Ana duası bütün kapıları açacak bir sırlı anahtarmış, sonra anlayacaktım bunu. “Allah sana seni buldursun oğul” demişti. Ellerinden öptüm, beni ben olarak seven anamın. Yanından ayrıldım.
Epey bir vakit iş aradım yine. Sonra yaklaşan bayram yoğunluğunda eleman ihtiyacı had safhaya ulaşan, daha önce reddedildiğim bir otobüs şirketine yardımcı şoför ve muavin olarak girebildim. Doğal olarak gözler hep üstümdeydi. Şirketin en sert kaptanının yanına vermişlerdi beni. Günlerim yollarda geçiyordu, otobüsler evim olmuştu. Şoförlüğümü iyice ilerlettim. Adımı yani abimin adını pek az kimse biliyordu, lakabım da unutuldu gitti zamanla. Adsız Kaptan’a çıktım. Adsız aşağı, adsız yukarı. Köye gidemiyordum, daha kendimi bulamamıştım çünkü. Yollarda arıyordum kendimi.
Ben mi yollarda gidiyordum, yollar mı bende gidiyordu bilmiyorum. Artık aradığımın yollarda olduğundan da emin değildim ama bulmak için yolda olmak gerektiğini seziyordum. Yanılmamışım. Bir gün yolum öyle bir yere vardı ki şimdiye kadar gittiğim yolların değişeceği belliydi. Bulmuştum galiba. Kim olduğumu sormadan beni kabul etmişti. Uzattığı el, düştüğüm boşluktan çıkardı beni. Önceleri uzak durdum, yolcuları köyün girişinde indirip otobüsü parka çekiyordum. Ziyaretlerinin bitmesini bekliyordum, çağırılınca da alıyor, geri dönüyordum. Birkaç defa gidip geldik böyle. Sevmiştim bu yolculukları. Hele dönüşlerde yolcularda gördüğüm ağırbaşlılık, yüzlerindeki tuhaf aydınlık dikkatimi çekiyordu. Her seferde değişen yolcular arasında değişmeyen bir sakallı amca vardı, Salih amca, iyice ahbap olmuştuk. Ziyarete gidecekleri zaman kaptan olarak beni istiyorlar, ben de seve seve kabul ediyordum Salih amca, her gidişimizde beni de davet ediyordu köyün içine, fakat “sonra” diyordum. Bir seferinde ilk kez giden bir genç yanındakine anlatıyordu; ziyaretine geldikleri Efendi’den kendisine yeni bir isim vermesini istemiş, o da “Hasan olsun” demiş. Hasan çok mutluydu, artık benim adım Hasan diyordu. O gün karar vermiştim, bir daha buraya gelirsem ben de gidip kendime bir isim isteyecektim.
Uzunca bir süre aramadılar, hatta hiç aramadılar. Galiba firma ile anlaşamamışlar. İçimdeki boşluk gitgide büyüyordu. Hasan hiç aklımdan çıkmadı, yeni ismiyle yaşadığı mutluluk benim uzun zamandır aradığım şeydi.
Sefere gitmediğim bir gün biraz kafa dağıtmak için çarşıya gitmiştim. Boş boş gezerken bir çay ocağı dikkatimi çekti. Tekrar yolcu götürmek istediğim köyün ismi yazılıydı. İçeri girip boş bir tabureye oturdum. Kim var kim yok dikkat etmemiştim. Çayı getiren “Afiyet olsun kaptan” deyince yüzüne baktım, meğer Salih amcaymış. Oturduk, epey sohbet ettik. Muhabbetli adammış, neler anlattı neler. O konuştukça etrafımız kalabalıklaştı, muhabbet daha da koyulaştı. Muhabbet koyulaştıkça benim içim daha da açıldı. Sonra “biz bir namaz kılıp hatme yapalım” deyip kalktılar. Onlar kalkınca ben yine boşluğa düştüm. Kızdım kendime. Daha ne zamana kadar kaçacaktım ki? Onlar çağırmadı ama düştüm peşlerine.
Aradan çok geçmeden yine yollara düştüm. Bu sefer yolcu olarak. Salih amca ile yan yana oturduk. Yol boyu yoldan sohbet ettik. Muhabbetin bir yerinde ona “Amca, ben bir isim almak istiyorum, dedim, olur mu?” O ana kadar ismimi hiç sormamış Salih amca durdu, yüzüme bakıp “Sahi senin ismin neydi ki kurban?” dedi. “İsmim yok” dedim. Şaşırdı, belliydi ama üstelemedi. “Olur” dedi sadece.
Ben o gün yeniden doğdum, “Abdullah” olarak. Ziyaretten dönünce doğruca köyüme gittim. Elim boş değildi. Salih amcadan emanet aldığım arabanın bagajına koyduğum eski hayatım da yanımdaydı. Köye varınca annemi yanıma alıp hiç durmadan mezarlığa gittim. Annem şaşkındı. Bagajdan çıkardığım mezar taşını ne yapacağımı sordu, sadece gel dedim. Vedat’ın mezarını bulduk, toprağı ellerimle kazıp taşı yerleştirdim. Annem taşta yazılanları okudu: “Rasim oğlu Vedat Seçkin Ruhuna Fâtiha.” Yalnız ölüm tarihini okuyunca artık dayanamadı, ağlamaya başladı. Ölüm tarihi olarak benim “Abdullah” olduğum gün yazıyordu. Bana ağabeyimden kalan kimliği de toprağı eşeleyip gömdüm, “artık sana adını iade ediyorum abi” dedim. Annem bunu duymadı. “Ana, dedim, benim adım Abdullah.”