Aramak

Tehlike nin Farkında mıyız?

TEHLİKENİN
FARKINDA MIYIZ?

Çeyrek asra yaklaşan bir süredir tehlikenin farkına varamamışız. Öyle olduğu içindir ki bunca yıl İslâmî hassasiyet taşıyan bir iktidara rağmen toplumun istikametinde, dayanışmasında, ahlâkında beklenen seviyede bir düzelme sağlanamamış.

Bakara suresinin 125. ayetinde mealen; “Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsanda bulunun. Muhakkak ki Allah ihsanda bulunanları sever” buyurulur. 

Fakat bu ayet-i kerime, başını ve sonunu zikretmeksizin sadece “kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” mealindeki ibaresiyle aktarılır çoğu zaman. Nüzul sebebi ve bağlamı dikkate alınmadığı için de kişiyi beden sağlığına zarar verecek tedbirsizlik yahut ihmallerden sakındıran bir ikaz gibi anlaşılır. 

Mesela trafik kurallarına uymaya, kötü alışkanlıkları terk etmeye, salgın hastalıklara karşı aşı olmaya teşvik sadedinde ayet-i kerimenin bu ibaresi sıkça hatırlatılır. 

Müslüman, hayatını tehlikeye atmaktan kaçınmakla da mükelleftir elbette. Ama aktardığımız ayet-i kerimedeki tehlike böyle bir şey değildir. Nitekim müfessirler bu ayeti, müşriklerle savaşmanın esaslarını belirleyen öncesindeki beş ayetle ilişkilendirip, her an savaşa hazır olabilmek için infak yoluyla askerî güç ve teçhizat temininin gerekliliği çerçevesinde ele almışlardır. Bu çerçevede yaptıkları izahlarda da ayetlerde geçen savaş, infak ve ihsan kavramlarının bütün boyutlarına işaret etmişlerdir.

İslâm’da savaş Allah Teâlâ’nın dinini hâkim kılmak ya da muhafaza etmek maksadıyla yapılır. Bazen güç kullanmakla, tebliğ veya örneklikle küfür karanlığını dağıtıp kalpleri İslâm’ın nuruna açmak anlamında “fetih” şeklindedir. Bazen de Müslümanların dinini, canını, mülkünü, aklını ve neslini korumaya matuf bir “savunma”dır. Her halükârda devamlılığı gerektirir. 

Çünkü iman ile küfrün, hak ile bâtılın mücadelesi kıyamete kadar sürecektir. Bu mücadele mukateleden ibaret olmadığı gibi askerî alanla da sınırlı değildir. Özellikle günümüzde iletişim teknolojisindeki hızlı gelişmelere bağlı olarak hemen her alanda ve herkesi etkileyen bir şiddette sürmektedir. Dolayısıyla her Müslümanı ilgilendiren, gayretle yükümlü kılan bir mücadeledir bu.

Güç dayanışmada,
tebliğ güzel örneklikte
 

İslâm, bu gayret yükümlülüğüne “cihad” diyor. Cihad; Allah Teâlâ’nın dinini yaşamak, yaşatmak, korumak, yaymak, başta kişinin kendi nefsi olmak üzere bütün dünyaya hâkim kılmaya çalışmak, insanları kötülükten sakındırıp iyiliğe yönlendirmek üzere elden gelen güç ve çabayı sarf etmektir. 

Cihad farz-ı kifayedir ama İslâm’ı, ahlâkı ve fıtratı ifsada dönük saldırılar gibi bütün insanlığı tehdit eden tehlikeler baş gösterdiğinde farz-ı ayın olur. Böyle durumlarda her Müslüman canıyla, malıyla, diliyle, hâsılı bütün imkânlarıyla o tehlike bertaraf edilene kadar gayret göstermekle mükelleftir. Başta aktardığımız ayet-i kerimede davet edildiğimiz infak ve ihsan bu mükellefiyetin gereğidir.

İnfak, Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara mal veya para yardımında bulunması demek. Farz, vacip ve mendup olan bütün tasadduk çeşitlerini kapsar. Yine de sadece maddi servet yahut maldan yapılan yardımlardan ibaret değildir. Mesela kulun kendi rahatından, dünyalık kazancından, gündelik işlerinden fedakârlık ederek İslâm’a ve Müslümanlara fayda sağlamak için zaman ayırması yahut emek sarf etmesi de infaktır. 

İhsan ise Cenâb-ı Mevlâ’nın her an ve her yerde bizi gördüğü hakikatinin farkında olarak güzel davranmaktır. Bütün inceliklerini gözeterek İslâm’ın ölçülerine uymaktır. Her daim huzurda olmanın edebine riayettir. Yaptığımız her şeyi en güzel, en doğru şekilde yapmaktır. 

İnfakla yardımlaşıp dayanışmak kardeşliğimizi pekiştirecek; bizi “Allah yolunda saf tutarak çarpışmak üzere ‘bünyânun mersûs’ (duvarları birbirine kenetlenmiş sağlam bir yapı) gibi” (Saff 4) güçlü kılacaktır. İhsan ise İslâm’ın güzelliğini sergileyen bir örneklik olması hasebiyle en etkili tebliğ metodudur. İhsan mertebesinde bir örneklik karşısında hiçbir gücün uzun vadede İslâm’a galebe çalması, hiçbir itirazın taraftar bulması mümkün değildir. 

Sadece yöneticiler mi sorumlu?

Bu yüzden baştaki ayet-i kerimede bizi cihadımızda zaafa uğratacak infak ve ihsan mükellefiyetimizi terk veya ihmalden sakındırılırız. Fakat asıl tehlike bu terk veya ihmali meşrulaştıran ve kolay kolay fark edilemeyen bir anlayışta. O anlayışa ayetin nüzul sebebine dair Ebu Eyyub el-Ensarî radıyallahu anhudan gelen şu rivayette işaret ediliyor: 

Mekke fethedilmiş, müşriklerin tasallutuna son verilerek Arabistan Yarımadası bütünüyle Müslümanların hâkimiyeti altına alınmıştır. Bu noktaya gelinmesi için Medineli Müslümanlar büyük fedakârlıklar göstermiş; sahip oldukları bütün imkânları Mekkeli Muhacirlerle sekiz yıla yakın bir zaman boyunca paylaşmış, aynı zaman zarfında canlarıyla mallarıyla bütün savaşlara katılmışlardır. 

Mekke’nin fethiyle Müslümanların iktidarı tesis edilip Muhacirler kendi yurtlarına dönmeye başlayınca, Ensardan bir grup Resûlullah sallallahu aleyhi vesseleme gelip şöyle derler: 

– Ey Allah’ı Resûlü! Bizi muzaffer eyleyen Rabbimiz’e hamdolsun. O’nun inayetiyle kâfirleri kahr u perişan eyledik. Gücümüz kudretimiz zirveye ulaştı. Sulh ve sükûnu sağlamaya muktedir bir devletimiz oldu. Artık bize müsaade buyur da işimize, ticaretimize, hurmalıklarımıza dönelim. 

Bu talepte, “Müslümanların iktidarı için biz yapacağımız hizmeti yaptık. İslâm’ı ve Müslümanları koruyup kollama gayreti artık devletin yahut yöneticilerin sorumluluğudur. Bundan sonra fedakârlıkta bulunmamıza gerek kalmadığına göre kendi işimize gücümüze koyulabiliriz” gibi, cihattaki ferdî yükümlülüğü ortadan kaldıran bir kabul var. Nitekim Efendimiz aleyhissalâtu vesselam onların bu isteğini uygun bulmaz ve bahis konusu ayet-i kerimeyi okur. 

Ayetteki sakındırma, meşru dairedeki dünyalık işlerimizi ihmal edelim anlamını taşımıyor şüphesiz. Kendi işlerimizi görelim ama bunlara cihad sorumluluğumuzu unutturan bir rehavete kapılacak kadar dalmayalım ikazını barındırıyor. 

Amansız bir savaşın
tam ortasında

Bu konuyu, geçtiğimiz Mayıs ayındaki seçimlerden sonra bazı kardeşlerimizde müşâhade ettiğimiz rehavet üzerine kaleme alma ihtiyacı duyduk. Pek çok Müslüman hal diliyle, “İslâmî hassasiyet taşıyan bir kadroyu seçerek görevimizi yerine getirdik. Artık ne yapılacaksa onlar yapacak. Bizim işimiz bundan böyle İslâm’ı ve Müslümanları koruyup kollamak değil, dünyalık geçimimizle ilgilenmektir” diyor sanki. 

Aslında çeyrek asra yaklaşan bir süredir büyük ölçüde aynı rehavetle, aynı sorumsuzlukla malûlüz. Çeyrek asra yaklaşan bir süredir tehlikenin farkına varamamışız. Öyle olduğu içindir ki bunca yıl İslâmî hassasiyet taşıyan bir iktidara rağmen toplumun istikametinde, dayanışmasında, ahlâkında beklenen seviyede bir düzelme sağlanamamış. İtikadımızı, insanlığımızı ve fıtratımızı ifsad eden saldırılara engel olunamamış. Refahımız arttıkça açgözlülüğümüz de artmış. Şükretmeyi unutmuş, şikâyeti vird edinmişiz. Problemlere çözüm üretmek yahut üretilen çözümlerin bir ucundan tutmak yerine siyasî iktidarın eleştirisine sarılmayı yeğlemişiz. Genel anlamda Müslümanlar, İslâm’ı lâyıkı veçhile temsilde güzel örnek oluşturamamışlar. Din ü devlet, mülk ü millet davasını şahsî ikballerinin üstünde tutanların sayısı azalmış.

Bu ve benzeri olumsuzluklardan dolayı birtakım hata, kusur veya ihmal isnadıyla siyasî iktidarı eleştirmek de mümkün elbette. Fakat bu tür eleştirilerin hiçbiri, velev haklı olsun, cihad farziyetindeki ferdî yükümlülüğümüzü terk ya da ihmale gerekçe yapılamayacağı gibi, saydığımız olumsuzluklardaki sorumluluğumuzu da ortadan kaldırmaz. Kaldı ki bütün dünya, insanı kalbinden ve Rabbi’nden uzaklaştıran, onu “bel hum adall”, (hayvanlardan daha aşağı yaratıklar) haline getirmeye çalışan küresel bir cahiliyenin saldırısı altında. Devletlerin yasaklarla bu saldırılara engel olması artık söz konusu bile değil. Çoğu zaman farkına varamasak da, sadece devleti yönetenlere havale edilemeyecek kadar amansız bir savaşın ortasındayız yani. 

Bu sebeple fert fert her zamankinden daha çok fedakârlıkla daha fazla infakta bulunmaya, davranışlarımızı olabildiğince güzelleştirerek daha fazla ihsanda bulunmaya mecburuz. Şikâyet ve eleştiri yerine bir yanlışı düzeltmek, bir güzelliği inşa edebilmek için ben ne yapabilirimin peşine düşmenin; Allah rızası için hayır ve hizmet yarışına koyulanların kervanına katılmanın vaktidir. 

Müslüman fertler olarak türlü gerekçelerle cihad mükellefiyetinden azade olduğumuz vehmiyle Allah yolunda gayreti terk eyleyip kendimizi kendi elimizle tehlikeye atmaktan sakınmalıyız artık.



Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy