Namaz
ve Kalp
Keşke kıldığımız namazın yarısını yahut üçte birini dünyevî düşüncelerden uzak kılabilseydik! Böylece en azından amellerin bazılarını eksik yaparken bazılarını güzel yapan kimselerden olurduk.
Bir müminin Allah Teâlâ’yı yüceltmesi, O’ndan korkması, O’nun rahmetini ümit etmesi ve kulluktaki kusurundan dolayı hayâ etmesi gerekir. Her ne kadar bu hâllerin kuvveti imandaki yakînin kuvveti ölçüsünde olsa da iman ettikten sonra hiçbir mümin bunlardan tamamen ayrı kalamaz.
Namaz kulun Allah Teâlâ’ya en yakın olduğu andır. Namazda bu hâllerden uzaklaşmanın asıl sebebi dikkatin dağılması, düşüncenin değişik yerlere kayması, kalbin münâcâttan gafil olmasıdır.
İnsanı namazın hakikatinden alıkoyan, kalbi meşgul eden boş düşüncelerdir. Kalbi namaza katmanın çaresi bu düşünceleri kalpten atmaktır. Bir şeyi yok etmek, ancak sebebini ortadan kaldırmakla mümkün olur. Şimdi bunun sebeplerini açıklayalım:
Gördüğüne, işittiğine dikkat
Boş düşüncelerin kalbe gelmesi ya dıştaki bir sebepten ya da içteki bir durumdan kaynaklanır.
Dıştaki sebepler, kulun işittiği veya gördüğü şeylerdir. Bunlar dikkati dağıtır, düşünceyi kendine çeker ve kişiyi etkiler. Sonra bunlardan başka fikirler türer ve bu böyle sürüp gider. Görmek düşünmeye, o da başka fikirlere sebep olur.
Kimin niyeti ve azmi kuvvetli olursa, gözünün gördüğü ve kulağının işittiği şeyler onu namazda meşgul etmez. Fakat bu konuda zayıf olanların gördüğü ve işittiği şeyler namazda dikkatlerinin dağılmasına, kalplerinin karışmasına sebep olur.
Bunun ilacı, namaz dışında da gözün ve kulağın ne ile meşgul olduğuna dikkat etmektir. Kalp huzurunu bozacak, aklı karıştıracak görüntülerden, seslerden olabildiğince uzak kalmak gerekir ki başta namaz olmak üzere ibadetlerde huşû mümkün olabilsin.
Ayrıca namazda gözü sağa sola kaymaktan korumak, hafif karanlık bir yerde namaz kılmak, önünde kendisini meşgul edecek bir şey bırakmamak, görüş mesafesini kısa tutmak için namaz anında bir duvara yakın durmak, cadde ve yol üzerlerinde, nakışlı ve işlemeli yerlerde, desenli ve boyalı sergiler üzerinde namaz kılmamaktır.
Bunun için bazı âbidler, dikkatlerini dağıtmamak ve düşüncelerini namazda toplamak için ancak secde yapabilecekleri kadar küçük ve hafif karanlık bir yerde ibadet ederlerdi. Hâlleri kuvvetli olanlar ise mescidlere giderlerdi. Fakat namazda gözlerini korurlar, secde yerinin ötesine bakmazlardı.
Onlar, sağında ve solundaki kimseleri tanımayacak şekilde huşu içinde kılınan namazın kâmil bir namaz olduğu görüşündeydiler. Bunun için Abdullah b. Ömer radıyallahu anhu namaz kıldığı yerde Mushaf, kılıç ve kitap gibi bir şey bulundurmazdı. Bunlar zâhirî sebeplerden kurtulmak için alınan tedbirlerdir.
Zor olan
Bâtınî sebepler ise daha zordur. Çünkü düşüncesi dünya vadilerinde dolaşıp duran kimsenin fikri bir noktada durmaz, bir o yana bir bu yana gidip gelir. Gözünü kapatması ona bir fayda sağlamaz. Çünkü daha önceden kalbe yerleşen şeyler onu meşgul etmeye yeter.
Bundan kurtuluş, namazda okuduğu şeyleri anlamak için kendini zorlamak, başka şeylerle meşgul olmaktan alıkoymaktır. Bu arada iftitah yani namaza giriş tekbirinden önce âhireti hatırlayarak, Rabbi’ne münâcâtı, Allah Teâlâ’nın huzurunda durmanın büyüklüğünü, ilâhî huzurda hesap vermenin dehşetini düşünerek nefsini namaza hazırlamaya çalışır. İftitah tekbirinden önce boş düşünceleri gönlünden çıkararak kalbini namaza hazırlar, geride fikrini meşgul edecek bir şey bırakmaz.
Kalbe gelen düşünceleri ve boş fikirleri engellemenin yolu budur. Eğer bu teskin edici ilaç ile tedavi edilmezse, onu kurtaracak olan şey, hastalığını damarlarından söküp atacak ilacı kullanmaktır. O da kalbin huzuruna engel olan şeylerin neler olduğunu araştırmaktır. Şüphesiz bunlar onun düşünceleriyle ilgilidir. Onlar da çoğunlukla arzu ve isteklerle ilgili düşüncelerdir.
Bu durumda nefsi bu isteklerden çekip almak ve onlarla bağlarını kesmek gerekir. İnsan şunu bilmelidir; onu namazdan alıkoyan her şey dinine aykırıdır ve şeytanın oyunudur. Bunları elde tutmak çıkarıp atmaktan daha zararlıdır. Kişi onları elinden çıkararak kalbini meşgul etmesinden kurtulur. Şu örneklerde olduğu gibi;
Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem bir defasında Ebu Cehm’in kendisine getirdiği nakışlı bir elbise ile namaz kıldı. Selam verdikten sonra onu çıkararak; “Bundaki nakışlar beni meşgul etti. Bunu Ebû Cehm’e götürün de bana onun basit, sade elbisesini getirin” buyurdu. (Buharî, Salât, 244; Müslim, Mesacid, 61)
Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem haram kılınmadan önce altından yapılmış yeni bir yüzük takmıştı. Minberdeyken ona dikkatle baktı sonra da çıkarıp attı. “Bir size bir buna bakmak beni sizden alıkoydu” buyurdu. (Ahmed, Müsned, 1/322; Nesâî, Zinet, 81)
Rivayet edildiğine göre Ebû Talha radıyallahu anhu meyve bahçesinde namaz kılıyordu. O sırada daldan dala konan bir güvercin hoşuna gitti ve namazdayken bir müddet ona baktı. Bu arada kaç rekât kıldığını bilemedi. Başına gelen bu olayı Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme anlatarak; “Ya Resûlallah, bu bahçe sadakamdır, istediğin yere kullan” dedi. (Mâlik, Muvatta, 1/98)
Onlar bunu kalplerini ibadette meşgul eden düşünceyi koparıp atmak ve namazdaki kusurlarını telafi etmek için yapıyorlardı. Kalbe gelen düşünce hastalığının tedavisi budur, başkası fayda vermez.
Yarısını ya da üçte birini
Bu söylediklerimiz, kalbe yerleşmemiş anlık düşünceler için ilaçtır. Kalbe kök salmış kuvvetli isteklere ise böyle ilaçlar fayda vermez. Aksine, sen düşünceyi kalbinden atarsın, o seni tekrar cezbeder ve sana gâlip gelir. Bütün namazın boyunca bu düşünceyle uğraşıp durursun.
Bu durumu bir misalle anlatalım: Bir adam bir ağacın altında odaklanmış, bir konuyu düşünüyor. Bu arada ağacın üzerindeki kuşların sesleri dikkatini dağıtıyor. Adam kalkıp kuşları kovalıyor ve düşüncesine dönüyor. Kuşlar tekrar geliyor, adam yine kalkıp kuşları kovalıyor. Bu durumda ona; “Bu yaptığın iş aynı yerde dönüp duran değirmen taşına benziyor. Bunun sonu gelmez. Eğer bunlardan kurtulmak istiyorsan ağacı kökünden kes” denilir.
Bu ağaç hevâ ve heves ağacıdır. Kökleşip dal budak salınca kuşların ağaca, sineklerin pisliklere hücum ettiği gibi fikirler de ona doğru akar. Kovmaya çalışmak, ondan kurtulmak çok uzun sürer. Kovulan sineğin dönüp geri gelmesi gibi nefsî fikirler kalbe yeniden hücum eder. Her kovulduğunda tekrar geri geldikleri için sineklere Arapçada “zübâb” denilir. Kalbe gelen kötü düşünceler de böyledir. Bunun tek çaresi kalbi meşgul eden bu hevâ ve heves ağacını kökünden kesip atmaktır.
Kalbi meşgul eden istek ve hırslar çeşitlidir. Bunlardan uzak kalan kimse çok azdır. Hepsinin aslı tektir; o da dünya sevgisidir. Dünya sevgisi ise bütün hataların başıdır. Her kusurun temeli, her fesadın kaynağıdır. Kim kalbini dünya sevgisiyle doldurur, elde ettiği dünyalık şeyleri âhiret azığı yapmazsa namazda Rabbi ile konuşmanın, O’na sığınıp yönelmenin (münâcâtın) lezzetini beklemesin. Çünkü dünyalık şeylerle sevinen Allah Teâlâ ile münâcât etmenin zevkine varamaz.
Kişi en çok neye değer veriyorsa sürekli onu düşünür. Gözü dünyalık şeylerle aydın olan, maddi şeylerle sevinen kimsenin dikkati de kaçınılmaz olarak dünyaya yönelir. Bu yüzden mücâhedeyi terk etmemek, kalbi namaza yöneltmeye çalışmak ve onu meşgul eden şeyleri azaltmak gerekir.
Bu çok acı bir ilaçtır. Acı ve zor olduğu için insan tabiatı ondan kaçar. Hastalık da kalıcı bir hâl alır, dert ağırlaşır. Öyle ki büyük zâtlar bile kalplerinde dünya düşüncesi bulunmadan iki rekât namaz kılmaya çalışmışlar fakat çoğu bundan aciz kalmışlardır. Keşke biz de kıldığımız namazın yarısını yahut üçte birini kalp karışıklığından uzak kılabilseydik! Böylece en azından bazı amelleri bozuk yaparken bazılarını güzel yapan kimselerden olurduk.
Kısacası, kalpte dünya düşüncesiyle âhiret düşüncesinin durumu, yağ ile dolu bir bardağa su dökmek gibidir. Bardağa ne kadar su girerse, o miktarda yağ dışarı çıkar. İkisi bir arada toplanmaz.