Bu ayet-i celile tüm inananlara tevhid esasını ilan etmektedir. Allah Teâlâ birdir. O’nun tek; eşinin ve benzerinin olmadığına inanmaya tevhid denir. Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği ilk peygamberden son peygambere kadar bütün şeriatlar bu tevhid esasına dayanır. Din bir hayat tarzı sunar. Bu da peygamberler aracılığıyla insanlığa ulaştırılır. Bir peygamber aracılığıyla Allah Teâlâ’yı tanıyan ve O’na iman edenlerin diğer peygamberlere ve hak dinlere de iman etmeleri kaçınılmazdır. Tevhide ancak böyle bir imanla ulaşılır.
Kur’an-ı Kerim; gayba iman edip namazı ikame eden ve zekâtı veren bütün müminleri hidayete eriştirir. (Buradaki “gayb” insanın kendi duyularıyla idrak edemediği; yani görmediği, duymadığı, dokunmadığı veya aklıyla hakkında kesin bilgi edinemediği ilâhî hakikatlerdir.)
Bu ayet-i kerimenin detaylı meali şöyle verilebilir: “Ey Muhammed! Müminler Cebrâil vasıtasıyla indirilen Kur’an-ı Kerim’e, senden önce indirilen Tevrat, İncil, Zebur ve diğer ilâhî sayfalara ve âhiret gününe şüphe ve tereddüt etmeksizin (yakînî) bir imanla inanırlar.”
Bu ayet indiği zaman Kur’an-ı Kerim’in nüzûlü tamamlanmamıştı. Buna rağmen tamamı inmiş gibi “sana indirilen” lafzının geçmiş zaman ifadesiyle gelmesinin sebebi; olanın, olacak olana üstün tutulması veya olmak üzere olan bir şeyin olmuş gibi değerlendirilmesidir.
Ayet-i kerimedeki ifadeden de anlaşılacağı üzere Kur’an-ı Kerim bir bütündür. Ona inanmak tamamına inanmak demektir. Dolayısıyla bir kısmına inanmayan tamamına inanmamış sayılır. Bir iman esası olarak “kitaplara inanmak” da böyledir. Cenâb-ı Allah’ın insanlık tarihi boyunca peygamberlerine inzal buyurduğu kitapların ve sahifelerin tamamına inanmak demektir. Ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulur:
“(Ey müminler!) Biz Allah’a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk’ deyin.” (Bakara 136)
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de... Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler...” (Bakara 285)
Peygamberlere iman
Cenâb-ı Hak tarafından indirilen bütün kitaplara ve geçmiş peygamberlere iman, İslâm’ın iman esaslarından biridir. Bunun için Müslümanlar bütün semâvî dinlerin şahididir. Zira imana ait meselelerde iptal etme (nesih) yoktur, mükemmelleştirme ve tamamlama vardır. Nesih, amele dair hükümlerde cereyan eder.
Bu ve benzeri Kur’an âyetleri ve hadis-i şerifler bize özellikle şunu gösterir: İslâm bütün insanlığı kuşatan ve vahye dayanan dinlerin hepsine hürmetkâr bir dindir. Diğer dinler ise kendilerinden başkalarına hayat hakkı tanımaz. Vicdanlarının sınırı dardır. Başkalarına tanıdıkları haklar sadece politik ya da ekonomik bir zorlama ile olur.
Yahudi ve Hristiyanların imanlarındaki bozukluk âhiret hakkındaki bilgilerini de bozmuştur. Onlar âhirete dair şüphe ve vehim içerisindedirler. Müslümanlar ise âhirete dair kesin iman sahibidirler. Bu imanın kaynağı âhiret hakkında haber veren ayet-i kerimelerdir. Âhiret hakkındaki bilgileri de bu ayet-i kerimeler ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin hadis-i şerifleridir.
Ehl-i Kitab’ın (Yahudi ve Hristiyanların) imana dair yanlış bilgilerine şu sözleri örnektir:
“Musa aleyhisselâm peygamberdi ama İsa aleyhisselâm değildi. Tevrat Allah Teâlâ’nın kitabıdır, İncil değildir. Yahut Musa aleyhisselâm ve İsa aleyhisselâm peygamber idiler ama -hâşâ- Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi vesellem değildir. Olsa bile bizim değil, Arapların peygamberidir. Tevrat ve İncil Allah Teâlâ’nın kitabıdır, fakat Kur’an-ı Kerim değildir.”
Bu gibi sözlerle Allah Teâlâ’nın peygamberlerini birbirinden farklı gören, kimine inanıp kimine inanmayan, Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin peygamberliğini ve ona inen kitabı tanımayanların âhiret hakkında yakînleri (net bilgileri) yoktur.
Gerçi her dinde bir âhiret fikri vardır. Fakat bunların çoğu delilsiz birtakım hayallerden, temennilerden ibarettir. Âhiret hayatının varlığına dair aklî delil ve varsayımlar asla yeterli olmaz. Ancak Cenâb-ı Rabbulâlemîn tarafından gönderilen peygamberlerin haberleri ile bilinebilir. Bu manada risâleti sona erdiren ve tamamlayan ise peygamberlerin sonuncusu Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellemdir.
Yahudiler; “Cennete ancak Yahudi olanlar girecektir.” (Bakara 111) ve “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak.” (Bakara 80) derler.
Hristiyanlar da aynı sözü kendileri hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına dünyada da âhirette de saadet hakkı tanımazlar. Sonra da “cennetin nimetleri, dünya nimetleri cinsinden midir, devamlı mıdır, değil midir” diye ihtilaf ederler.
Halbuki Allah Teâlâ’nın birliğine inanıp, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem de dâhil, bütün peygamberleri tasdik etseler şahsî, gerçeğe uymayan inanış ve kanaatleri gider. İmanlarıyla beraber âhiret hakkında hakikate uygun kuvvetli bilgi elde ederler.
Kitaplara iman
Dikkat edilecek olursa ayet-i celilede Kur’an-ı Kerim’e imanla diğer kitaplara iman ayrı zikredilmiştir. Demek oluyor ki, Kur’an-ı Kerim’e inanmakla diğer kitaplara inanmak farklı olacaktır. Bir müminin, Kur’an-ı Kerim’e iman etmesi demek, aynı zamanda onun getirdiği hükümlerle amel etmesi gerektiğine inanması demektir. “Ben Kur’an’a inandım” demek; onunla amel etmem, onu günlük hayatımda uygulamam gerektiğine inandım, demektir.
Fakat önceki ilâhî kitaplara iman bu şekilde değildir. Önceki kitaplara imanımız onlarla amel etmek üzere değildir. Genel (icmâlî) bir imandır. Bu şekilde iman aslında şu demektir:
“Cenâb-ı Rabbulâlemîn, ilk peygamber Âdem aleyhisselâm ile son peygamber Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi vesellem arasındaki bütün peygamberlere vahiy indirmiş, hiçbir zaman, kullarını vahiysiz bırakmamıştır. Her devirde ilâhî emir ve yasakları mutlaka toplumlarına ulaştırmıştır.”
Yani önceki kitaplara iman demek vahye iman demektir. Bir başka deyişle Cenâb-ı Rabbulâlemîn’in insanı hiçbir devirde başıboş bırakmadığına iman demektir. Bu geçmişte böyle olmakla beraber, kıyamete kadar yeryüzündeki son hak din olan İslâm ile böyle de sürecektir.
Bakara sure-i celilesi başından buraya kadar, müttakîlerin gayba iman edip namazı ikâme eden, zekâtı veren kimseler olduğunu; Kur’an-ı Kerim’e ve önceki peygamberlere indirilen kitaplara iman ettiklerini haber vermiştir. Bu ayet-i celilede de beşinci vasıfları olan âhiret gününe yakînen, yani tereddütsüz ve şüpheden uzak inanmaları zikredilmektedir.
Onlar, bir gün bu fâni dünyanın sona ereceğine, insanların hesap vermek üzere yeniden diriltileceklerine, amellerine göre cennet veya cehenneme gideceklerine kesin bir şekilde iman ederler.
Âhiret yurdu
Ayet-i kerimede bahsedilen müttakiler âhireti gözleriyle görmemişlerdir. Ancak gözlerini yaratan Allah, âhiretin varlığından haber verdiği için şüphesiz iman ederler. Gözün görmesinde yanılma ve yanlışlık olabilir. Fakat Allah celle celâluhûnun haberinde asla yanlışlık olmaz.
“Âhiret”in sözlük anlamı, birinciden sonra gelen, sonra ve son olandır. Birinci hayat dünya olup, âhiret ondan sonra gelmektedir. Dünyanın sonundaki hayata âhiret denir. Terim olarak âhiret, ölümden sonra insanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyen devam eden bir hayatın adıdır ve bu kelime âhiret yurdu, âhiret hayatı, âhiretin meydana gelmesi ifadelerinin yerine kullanılır.
“Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur” (Ankebût 64) meal-i şerifinde “âhiret”, ebedi kalınacak diyarın bir sıfatı olarak kullanılmıştır.
Âhiret yurdu tam, katıksız, hâlis, ebedi hayat yeridir. Müberrâ kitabımız Kur’an-ı Kerim bize âhiret hayatının daha hayırlı olduğunu bildirir. Allah Teâlâ buyuruyor: “Oysa âhiret hayatı daha hayırlı ve süreklidir.” (A’lâ 17) Biz buna inanırız. Âhiret konusunun felsefî derinlikleriyle uğraşmayı lüzumsuz sayarız.
Allah Teâlâ, insan ömrü için çeşitli safhalar takdir etmiştir. Bu safhaların ilki ruhlar âlemidir. Sonra ana rahmi, sonra dünya hayatı, sonra berzah ve kabir âlemi, en sonunda ise âhiret hayatı ve oradaki ya cennet ya da cehennemdeki ebedi hayattır.
Bu safhalardan dünya hayatı bir imtihan için verilmiş ve ebedi saadet insanın dünyadaki amellerine bağlı kılınmıştır. Her kulun burada yapıp ettiklerinin hesabı olacağını bilmesi ve böylece sorumluluğunun idrakinde olması için de insan ömrünün beşinci safhası olan âhiret, imanın altı temel esası arasında yer almıştır.
Birçok ayet-i kerimede Allah Teâlâ’ya iman etmekle birlikle âhirete iman etmenin zikredilmesi, bunun önemini gösteriyor. (Bakara 46,62,107; Nisa 38,39; Tevbe18)
Âhiret haktır. Mümin Allah’a ve O’nun peygamberlerine, onlara gönderilen kitaplara inandığı gibi o kitaplarda haber verilen cennete, cehenneme, hesaba, mizan ve sırata inanmalıdır. Müminler cennette Allah Teâlâ’nın cemâlini göreceklerdir. Cennet ve cehennem hayatı ebedîdir. Cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete girecek olanlar vardır.
Âhiret nimetlerinden dünya nimetlerine benzeyenler vardır. Dünyada görülmedik, işitilmedik, hayal dahi edilemeyen nimetler de vardır. Dünyanın ilmiyle sonsuz olan âhiret nimetlerinin bütün ayrıntılarını anlamak mümkün değildir. Bu dünyadaki ilim nihayetinde gayb âleminin bulunduğunu ve bugünün bir yarını olduğunu, ona hazırlanmamızın gerektiğini ispat eder ve anlatır. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir, O’nun bildirdiğini peygamberleri haber verebilir.
Cenâb-ı Hak kullarına, peygamberlerine gönderdiği vahiyle âhirete dair bilgileri de indirmiştir. Bu getirilenlere iman edenler âhirete dair bilinmesi gereken bilgiyi elde elerler.
Yakînî iman
“Yakîn”, gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şüphe ve tereddütten uzak olan sabit ve kesin bir inanış demektir.
“Şüphem yok ki bu böyledir”, “şimdi ve ilerde şüphesiz bu böyledir” ve “başka türlü olması mümkün değil, bu böyledir” ifadelerinin üçü de yakîn ifade eder.
Râgıb el-Isfahânî rahmetullahi aleyh, el-Müfredât isimli eserinde yakînin; bilme, görme ve hakikatine erme şeklinde üç derecesi olduğunu söyler. Buna göre cennete girileceğini bilmek “ilme’l-yakîn”, cenneti görmek; “ayne’l-yakîn”, Allah’ın izniyle cennete girip nimetlerinden istifade etmek ise, “hakka’l-yakîn”dir.
Zünnûn Mısrî kuddise sırruhû der ki: “Yakîn, emelleri azaltmaya çağırır. Emelleri azaltma zühde götürür, zühd de hikmet doğurur. Hikmet, işlerin sonuçları hakkında bir düşünme duygusu meydana getirir.”
Âhirete yakînî şekilde iman etmek, ona hazırlık yapmayı gerektirir. Hesabın, sevap ve cezanın varlığına yakînî iman, kişiyi azaptan korunmaya ve cennet nimetlerine erdirecek hayırlı ameller yapmaya sevk eder. Kısacık ömrünü lüzumsuz uğraşlardan arındırarak en anlamlı ve en kazançlı bir şekilde değerlendirmeye yöneltir.
Âhirete iman, insanların Allah’ın razı olacağı bir dünya düzeni kurmalarının temel unsurlarından biridir. Dünya gelip geçici, âhiret ise ebedidir. Dünyada kesintisiz bir mutluluk aramak boşunadır. Esas saadet ebedi olan âhiret saadetidir. Kul o saadete erişmenin yollarını bulmalıdır. Fâni dünyaya ve boş hayallere aldanmamalıdır.
Aldanan on grup
İsmail Hakkı Bursevî hazretleri de Rûhu’l-Beyân Tefsirinde, “âhirete yakînî iman ona hazırlanmayı gerektirir” dedikten sonra, şu on grup insanın aldandığını söyler:
1. Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığını bilip de O’na kulluk etmeyen.
2. Rızkı Allah Teâlâ’nın verdiğine inanıp da O’na güvenmeyen ve kalbi mutmain olmayan.
3. Dünyanın geçici olduğunu bilip yine de ona aldanan.
4. Vârislerinin kendisine düşman olacağını bilip, yine de onlar için mal toplayan.
5. Ölümün kendisine yaklaşmakta olduğunu gördüğü halde ona hazırlık yapmayan.
6. Kabre gireceğine inanan, fakat kabir hayatını güzelleştirmeye çalışmayan.
7. Hak sahibinin (Allah’ın) kendisini hesaba çekeceğini bildiği halde O’na karşı hazırlık yapmayan.
8. Sırat’tan geçeceğini bildiği halde günahını hafifletmeyen.
9. Günahkârların yurdunun cehennem olduğunu bildiği halde günahlardan sakınmayan.
10. İyilerin yurdunun cennet olduğunu bildiği halde iyi ameller işlemeyen.
İlâhî hikmet gereği
Âlemde mahlûkatın her birinde kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice vardır. Hiçbir varlıkta gayesizlik, manasızlık ve gereksizlik yoktur. Her şey hikmet üzeredir ve her bir ilim bu hikmetin şahididir.
Her işinde adalet ve hikmet ile iş gören Âdil ve Hakîm olan Cenâb-ı Rabbulâlemîn, yarattığı varlıkların hukukunu muhafaza etmeyerek, mazlumun hakkını zalimden almazsa adaletini hiçe indirmiş olmaz mı? Elbette böyle bir şey mümkün değildir. Çünkü bu dünyada zalimin zulmü, mazlumun âhı; kâfirin küfrü, müminin de imanı var. Şayet bunların mükâfat ya da cezası olmasaydı, bütün kâinatı insanın emrine sunan ilâhî hikmet manasız kalırdı. İnsanın yaratılışı da abes olur ve bu Cenâb-ı Hakk’ın adalet sıfatına aykırı olurdu. Cenâb-ı Hak bütün noksanlıklardan münezzehtir.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir.
Faydalanılan Kaynaklar
(Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-Kebîr; İbni İshak, es-Sîre; Taberî, Câmiu’l-Beyân; Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l- Kur’an; İbn Fürek, el-İbâne an Turuki’l-Kâsidîn; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve; Abdulkerim el- Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât; Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din; Râğıb el-Isfahânî, Müfredât; Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Celâleddin es-Süyûtî, Esbâbü’n-Nüzûl; en-Nahcuvânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Hasîrîzâde Elif Efendi, en-Nûru’l-Furkân; Konyalı Mehmed Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri)