Aramak

Ayın Konusu

Algı operasyonlarına, şeytanî planlara rağmen zihnen köleleştirilemeyen, çıkarılan fitnelere alet olmayan, ölüm pahasına hukukunu korumaktan vazgeçmeyen müminler, dünyadaki bu zulüm düzeninin en büyük korkusu. 

Zalimler, böyleleri karşısında paniğe kapılıyor, öfkeleniyor, onlara vahşice saldırıp gerçek yüzlerini saklayamıyorlar. Demokrasi, eşitlik, insan hakları diye yücelttikleri “helvadan putlarını” bütün dünyanın gözü önünde yemek zorunda kalıyorlar böyle zamanlarda. 

Bugün Gazze’de olduğu gibi Siyonizm denilen canavarlaşmış bir sapkınlığın yanında saf tutup el birliğiyle sadece Müslümanları değil, insanlığı da katlediyorlar.

Geçtiğimiz Ekim ayının ikinci haftasından itibaren Siyonist İsrail’in Filistin’de sergilediği barbarlığa bir kere daha tanık olduk. Yıllardır açık hapishaneye çevirdikleri Gazze’de en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan Müslümanları, yine kundaktaki bebeklerden kadınlara, yatağa bağımlı hastalardan beli bükülmüş yaşlılara kadar hunharca katlettiler. Yine evleri, okulları, camileri, pazar yerlerini, hastaneleri bombaladılar. Bütün bunları yine alenen, küstah bir şımarıklıkla, vahşi hayvanlara özgü bir duygusuzlukla yaptılar. 

“Yine” diyoruz, çünkü yaşananlar bu katil sürüsünün yeni bir cinayeti değil. Yahudi zulmü Filistin’de yüz yıldır devam ediyor. Yüz yıl boyunca adım adım Filistinlilerin topraklarını, evlerini gasp ettiler. Direnenleri ya öldürdüler ya hapishanelerde çürüttüler. Dünya genelinde on dört milyonu aşan Filistin asıllı nüfusun yarıya yakınını kendi vatanlarının dışında, mülteci kamplarındaki çok kötü şartlara mecbur bıraktılar. 

Şu aralar iletişim teknolojisinin aktardığı görüntülerle gündemimize geldiği için konuşuyor olsak da zulüm sadece Filistin coğrafyasında yaşanmıyor. Görüntü ve haber alınmasına izin verilmeyen coğrafyalarda da Müslümanlara zulmediliyor. Doğu Türkistan’da Çinlilerin, Keşmir’de Hinduların, Arakan ve Patani’de Budistlerin, Yahudilerinkini aratmayan zulmü bütün şiddetiyle bugün de sürüyor. Amerika ve Avustralya da dâhil, Hıristiyan Batı’nın İslâmofobi diyerek körüklediği İslâm düşmanlığı ile buralarda yaşayan Müslümanlar türlü saldırıların hedefi haline getiriliyor. En temel hakları kısıtlanıyor, ikinci sınıf insan muamelesine tâbi tutuluyor, aşağılanıyor, tehdit ediliyor, göçe zorlanıyorlar. 

Sistemleşen zulüm

Zulüm; hak hukuk tanımamak, Allah Teâlâ’nın koyduğu sınırları bile isteye çiğnemek, haddi aşmak demektir. Âlimlerimiz, ayet ve hadislerden hareketle zulmü üçe ayırır. 

• Birincisi şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır. Rabbimiz’in ilâhlık hakkını başkasına vermek gibi vahim bir haksızlık olması hasebiyle zulümdür. 

• İkincisi kulun günahlara saparak, haramlara meylederek kendine zarar vermesidir. Çünkü böyle yapmakla hem izzetini zedelemiş hem de kendisini âhiret azabına müstahak kılmıştır. 

• Üçüncüsü ise insanların başkalarına reva gördüğü haksızlık, eziyet, şiddet ve zorbalıktır. Bizim ele aldığımız zulüm, diğerleriyle irtibatı olmakla beraber bu üçüncüsüdür. 

Meşru dayanağı olmayan birtakım gerekçelerle adaleti hiçe sayarak cebren başka insanların canına, mülküne, şeref ve mukaddesatına kast etmek tarzındaki bu zulme tarihin her döneminde rastlanmıştır. Fakat coğrafî keşifler sonrası 16. yüzyılda başlayan Avrupa sömürgeciliği, zulmün bu türlüsünü tasarlanmış, sistemli ve sürekli bir politika haline getirmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ise ilerleme ideolojisinin sözde bilimsel teorileriyle Batılılar için meşru bir hak, sömürgeler için ise bir iyilikmiş gibi takdim edilmiştir. 

Osmanlı’nın zayıflamasıyla daha ziyade Müslüman coğrafyalara musallat olan bu ikinci dalga sömürgeciliğin metodu ve maksadı da değişmiştir. Zira makineleşen üretimde, zorla köleleştirilen ucuz işgücü elemanlarına ihtiyaç kalmamıştır. İnsanlar artık kültür emperyalizmi ile kendi değerlerinden uzaklaştırılarak birer tüketici yahut Batılı değerlerin taşıyıcısı olmak üzere daha “demokratik” yöntemlerle köleleştirilmektedir. Kaynaklarını yağmalamak için sömürgeleri fiilen işgâl yerine, oralarda yaşayan insanları birbirine kırdırmak gibi maliyetsiz, hatta oldukça kârlı yollar tercih edilmektedir. Kârlıdır, çünkü sömürgeci devletler ürettikleri yeni silahları böylece hem denemekte, hem pazarlamaktadır. Üstelik sadece kendilerine ait gördükleri doğal kaynaklara ortak olmasını istemedikleri “fazla nüfus” da bu şekilde azaltılmaktadır. 

Batı’nın helvadan putları

Geçtiğimiz yüzyılın ortalarından itibaren Batı sömürgelerinin siyasî bağımsızlık kazanması, ikinci dalga sömürgeciliğin bittiği yanılgısına yol açtı. Oysa değişen sadece sömürge yöntemleriydi. Batılı ülkelerin cetvelle çizdiği sınırlar dâhilinde sömürge valisi gibi davranan kukla yönetimler eliyle zulüm, sömürü, yağma ve asimilasyon devam etti. Halen de bütün şiddetiyle devam ediyor. Yeni ya da modern sömürgecilik, firavunlaşmış, azgın ve muktedir bir güruhun elinde bütün insanlığa kasteden bir zulüm düzenine dönüşmüş durumda. 

Algı operasyonlarına, şeytanî planlara rağmen zihnen köleleştirilemeyen, çıkarılan fitnelere alet olmayan, ölüm pahasına hukukunu korumaktan vazgeçmeyen müminler, dünyadaki bu zulüm düzeninin en büyük korkusu. Zalimler, böyleleri karşısında paniğe kapılıyor, öfkeleniyor, onlara vahşice saldırıp gerçek yüzlerini saklayamıyorlar. Demokrasi, eşitlik, insan hakları diye yücelttikleri “helvadan putlarını” bütün dünyanın gözü önünde yemek zorunda kalıyorlar böyle zamanlarda. Bugün Gazze’de olduğu gibi Siyonizm denilen canavarlaşmış bir sapkınlığın yanında saf tutup el birliğiyle sadece Müslümanları değil, insanlığı da katlediyorlar. Küçük bir kıyı şeridine sıkışmış, kadın, erkek, yaşlı ve çocuk iki milyon Gazzeli Müslümana karşı Batılı ülkelerin neredeyse tamamı İsrail’in dümen suyunda bu silahsız, savunmasız insanlara saldırıyor. Savaş uçaklarıyla, füzelerle, bombalarla, en gelişmiş silahlarla donanmış gemilerini Doğu Akdeniz’de demirliyorlar. 

Bunlar, küfür ehline özgü bir korkaklığın; ahlâk, merhamet ve vicdan yoksunluğunun alametidir şüphesiz. Çünkü zalimin kalbi kararmış, katılaşmış, taşlaşmıştır. Yok hükmündedir. Kalbi olmayanın imanı, imanı olmayanın ahlâkı, muhabbet ve merhameti olmaz. Kalpsizlik başka bir ifadeyle yüreksizliktir. Bu sebepledir ki zalimler dünyanın en korkak yaratıklarıdır. 

Küfür ehli dün de çok cahil ve zalimdi, bugün de 

Kurdukları zulüm düzeniyle hegemonyalarını sürdürmek isteyen küfür ehli, kendileri dışındaki herkesten, her şeyden korkar. Ama en çok da İslâm’dan ve Müslümanlardan korkar. Çünkü bütün zulüm düzenlerinin yegâne panzehiri İslâm’dır. Geçmişte olduğu gibi adaletin tesisi, mahlûkatın hukukuna saygı, insanlığın huzur ve selâmeti, ancak tek din olan İslâm’ın hâkimiyeti ile gerçekleşebilecektir. Cahiliyye asabiyesinin, Firavun ve Nemrut yönetimlerinin, Ebu Cehil tahakkümünün modern versiyonu olan günümüz zulüm düzenlerini ancak imanı kavi Müslümanlar yıkabilecektir. 

Bu sebepledir ki kâfirler Asr-ı Saadet’ten bu yana buldukları her fırsatta İslâm’a ve Müslümanlara saldırmışlardır. Güç yetiremedikleri zamanlarda ayet ve hadisler üzerinde şüpheler uyandırmaya, bir barış ve esenlik dini olan İslâm’ı terörle irtibatlandırmaya; ırk, mezhep, meşrep farklarını kaşıyarak Müslümanları birbirine düşürmeye çalışmışlardır. Güçlü ya da muktedir oldukları zamanlarda ise yurtlarından çıkarmak, açlığa ve yokluğa mahkûm etmek, katliama tâbi tutmak için her türlü zulmü reva görmüşlerdir Müslümanlara. 

Yani dün Mekkeli müşrikler ilk Müslümanlardan Ammar ailesi fertlerini neden işkencelerle katlettiyse, bugün de mesela Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizi Çinli müşrikler aynı sebeple işkencelerle katletmektedir. Dün Bi’r-i Maûne’de Sahabe’den savunmasız 70 kurra hafız nasıl bir müşrik kabilesince tuzağa düşürülüp başka bir müşrik kabilesi tarafından vahşice şehit edildiyse, 1995 Temmuz’unda Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün Srebrenitsa’da tuzağa düşürdüğü binlerce savunmasız Bosnalı Müslüman da Sıplar tarafından aynı sebeple vahşice şehit edilmiştir. Dün Hendek Gazvesi öncesi Yahudiler birbirinden farklı müşrik kabilelerini bir araya getirip niçin Medine’ye saldırmışsa, bugün de aynı sebeple Hıristiyan Batı’yı arkasına alıp Filistin’e saldırmaktadır. 

Ancak Müslümanların maruz kaldığı bu ve benzeri zulümlerin özellikle şu son otuz yılda bu kadar açıktan, bu kadar pervasız yapılması şeytanî bir plana, bir tuzağa işaret etmektedir. 

“Yeni Dünya Düzeni”nin yeni düzenbazlığı

Samuel Huntington adında, 2008’de ölen siyaset bilimci Amerikalı bir Yahudi var. Sovyetlerin dağılmasından sonra ABD Savunma Bakanlığı’nda ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nde danışmanlık yapmış. Türkçeye “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” başlığı ile çevrilen kitabında, bu görevini yaparken sunduğu görüşlerini detaylandırıyor. Temel tezi, soğuk savaş sonrasında uluslararası ittifak veya çatışmaları, geçmişte olduğu gibi ABD ve Sovyetlerin temsil ettiği farklı ideolojilerin değil, medeniyetlerin belirleyeceği yönünde. Medeniyet derken de bir değerler manzumesini kastediyor ve ülkeleri, saydığı medeniyetlerden birine, irtibat derecelerine göre dâhil ediyor. Bu tespitlerdeki amacı, ABD’nin temsil ettiğini ve İsrail’in de üyesi olduğunu söylediği Batı Medeniyeti’ne hangi medeniyetlerin tehdit oluşturabileceğini belirlemek. Nitekim Batı medeniyetine, daha doğrusu ABD’nin öncülüğündeki Batı hegemonyasına ekonomik alanda Çin uygarlığının, değerler alanında ise İslâm Medeniyeti’nin tehdit oluşturacağı sonucuna varıyor. Şöyle diyor: 

“Diğer dinler giderek daha da zayıflayıp yeryüzünden silinirken, İslâm hiç kırılmadan sürekli yükselip yayılıyor. Böyle giderse İslâm Amerika’da da dünyada da en büyük din olacaktır.” 

Sonra da dönüp soruyor yetkililere: 

“İslâm sahneye yerleşiyor. Teslim mi olacaksınız yoksa sahneden indirmek için bir şey yapacak mısınız?” 

Aslında “yapılacak şey”in ne olması gerektiğini de Sovyet Bloğu’nun dağılmasını anlatırken söylüyor: “Biz Marksizm’i, ondan daha üstün bir ideoloji sunarak değil; kana, teröre bulaştırarak yendik.” diyor. 

Bu görüşlerin yer aldığı kitap yayınlandıktan beş yıl sonra 11 Eylül 2001’de New York’taki ikiz kulelere bir saldırı oldu. Binlerce sivilin öldüğü bu saldırıdan dolayı, hiçbir geçerli kanıt olmamasına rağmen El-Kaide diye bir örgüt ve Müslümanlar suçlandı. Aynı yıllarda Irak’ta, Suriye’de, bazı Afrika ülkelerinde çeşitli terör eylemlerinin faili olduğu söylenen irili ufaklı silahlı grupların Müslümanlar adına sahne aldıklarına şahit olduk. Senaryonun finalinde hiçbir Müslümanın kabullenemeyeceği canavarlıkları sergileyen DEAŞ’ın gösterisi vardı. 

Direnirken de meşru
zeminde kalmak

Huntington’un sözünü ettiği “yeni dünya düzeni”nin egemenleri, başta Müslümanlar olmak üzere bütün mazlum halkları bir zulüm döngüsüne mahkûm etmiş durumda. Önce hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği alçaklıkta bir zulümle mazlumların ölçüsüz bir intikam duygusuna kapılmasını amaçlıyorlar. Sonra da devreye soktukları taşeron örgütlere, bir kısım Müslümanların itidalini kaybettiren bu anlaşılabilir hınç psikolojisinden eleman devşirip, onları benzer bir zulmün faili haline getiriyorlar. Böylece Müslümanların terörist, İslâm’ın teröre izin veren bir din olduğu algısını yerleştiriyorlar zihinlere. 

Bu algı mühendisliği, kâfirlerin zulmüne karşı her direnişin, her meşru müdafaanın terör diye takdim edilip itibarsızlaştırılmasına da sebep oluyor. Daha da önemlisi, yıllardır Filistinlilere yapıldığı gibi, aynı şiddet ve alçaklıkla sürekli tekrarlanan zulmün, teröre karşı haklı bir tepki olduğu iddia edilebiliyor. 

Müslümanlar olarak bizim zulüm karşısında öncelikle bu döngünün sürmesine izin vermeyen bir duruş göstermemiz şart. O duruşu ancak ölçülerimizi hatırlayarak, ne pahasına olursa olsun hayata geçirerek sergileyebiliriz. 

Hatırlamamamız gereken ölçülerimizin başında, zulme razı olmamak, boyun eğmemek, ortadan kaldırıncaya kadar bütün gücümüzle direnmek geliyor. Müslüman, kim olursa olsun zalime karşı çıkmak, mazluma yardım etmekle yükümlüdür. Başkalarına zulüm, madem kalpsizliğin, dolayısıyla iman yoksunluğunun tezahürüdür; hiçbir mümin zalim olamaz. Kimseye zulmedemez, başkalarına zulmedilmesine de kayıtsız kalamaz. Hiçbir sebebin zulmü meşru kılamayacağını bilir. En şedit, en aşağılık zalimlerle mücadele ederken de meşru dairede kalır. 

O meşru daire savaşta dahi muharip olmayan kadınları, çocukları, yaşlıları ve mabetlerine kapanan din adamlarını bilerek öldürmeyi yasaklar. Esirlere işkenceye müsaade etmez. Zaruret olmadıkça mabetlere, ekili alanlara, ağaçlara zarar vermekten sakındırır. Nihayet Müslüman, görünen bütün sebeplerin ötesinde kendisine isabet eden zulmün de bir imtihan olduğu bilinciyle hareket eder. 

Zulüm sadece mazlumların
imtihanı mı?

Zulümle imtihanın sadece o zulme maruz kalanların imtihanı olduğunu zannetmek gibi bir yanılgımız var. Oysa zulme uğrayanlar kadar zulme şahit olan bizlerin de imtihanıdır bu. Dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın, kime reva görülürse görülsün, şahit olduğumuz zulmü engellemeye çalışmıyor, mazlumlara arka çıkmıyorsak bu imtihanı kaybetmişiz demektir. 

Mazlumların fî tarihinde yaptığı iddia edilen birtakım yanlışlarını, bunlar doğru bile olsa gündeme taşıyıp onlara yaşatılan zulmü gerekçelendirerek “olağan” bir şeymiş gibi karşılamak bizi sorumluluktan kurtarmaz. Geçmişte yapılan hatalar, geleceğe yürürken yolumuzu bir kere daha sarpa düşürmemek için hatırlamamız gereken ibretlik tecrübelerdir sadece. Duyarsızlığımıza bahane üretmek için konu edilemezler. Şahit olduğumuz zulümler karşısında böyle bahanelerle yöneldiğimiz umursamazlık, “zulme rıza zulümdür” fehvasınca bizi zalimler zümresine dâhil eder.

Zulme rıza, zulmü onaylamak, mazur görmek anlamına geleceği gibi, bir acizlik ifadesi olarak zulme katlanmayı, karşı çıkmamayı seçmek anlamına da gelir. Bazen, “benim elimden bir şey gelmez” diyerek meseleyi ilgi alanımızın dışına çıkardığımız olur. Zulüm karşısında bu dahi doğru bir tavır değildir. 

Çünkü zalime karşı çıkmak, mazluma destek olmak için herkesin yapabileceği bir şey vardır mutlaka. Mazlumlara maddi yardımdan duada bulunmaya, zalimlere arka çıkan firmaları boykota katılmaktan bu boykotu yayıp büyütmeye, yapılan zulmü lanetlemekten başkalarına duyurmaya kadar pek çok şey yapılabilir. Zulüm düzenlerinin itibarsızlaştırma çabalarına rağmen mazlum coğrafyalarda canları pahasına zulme direnen mücahitleri ve onların cihadını aziz bilme ısrarı bile bir şeydir. 

En önemlisi de bütün bunları sürdürülebilir bir tutum haline getirmektir. Zira zalimler, İsrail’in hep yapageldiği gibi çoğu zaman amaçladıklarının fazlasını ele geçirir, sonra da bu fazlayı sahiplerine iade ederek suret-i haktan görünebilirler. Sıkıştıklarında ateşkes kararı alıp barış yanlısı rolünü oynayabilirler. Sonuçta bizi her şeyin yoluna girdiğine inandırıp zulüm karşısındaki duruşumuzdan vazgeçirebilirler. 

“Sana senden gelir bir yardım lazımsa”

Gâvura aldanmamak, onların güya insanların haklarını ve güvenliğini korumak için oluşturdukları kurumlara bel bağlamamak gerekir. Bazen birbirlerine düşseler de, çıkarları çatıştığında birinin zulmettiği mazlumlara diğeri sahip çıkıyormuş gibi görünse de Kur’ân-ı Kerim’de (Bakara 254) “zalimlerin ta kendileridir” diye nitelenen kâfirlere asla güvenilmez. Kâfirleri dost bilmek, velî edinerek bizim adımıza söz ve karar sahibi kılmak, onlardan medet ummak ahmaklıktır. Ancak “Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin dostu, dayanağı ve yardımcısıdırlar.” (Tevbe 71) Bu sebeple, “Sana senden gelir bir işte dâd (yardım) lâzımsa / Ümidin kes zaferden gayrıdan imdâd lâzımsa” denilmiştir.

Şu sıralar İsrail’in ve onu destekleyenlerin Gazze’deki zulmüne karşı Batı ülkelerinde de protesto eylemlerinin yapılması, halk nezdinde olsun mazlumlardan yana bir tavır sergileniyor gibi görüntü verilmesi dahi ihtiyatla karşılanmalıdır. Bunlar elbette gayrimüslim de olsa vicdan sahibi, insaflı insanların varlığına delalet eden kıymetli tepkilerdir. Lakin oralarda da tepki koyan ve gösterilere katılan asıl kitleyi Müslüman kökenli insanların oluşturduğu gözden kaçırılmamalıdır. 

İstediği doğrultuda kamuoyu oluşturmakta mahir Batılı ülke yönetimlerinin kamuoyu baskısı diye bir korkusunun olmadığı bilinmelidir. Her zamanki ikiyüzlü politikalarıyla, protesto gösterilerine izin vererek zulüm karşıtlarının, arada bir bu protestolara katılanları cezalandırarak da zulüm yanlılarının gazını almaktadırlar. Öte yandan bugün İsrail zulmünü kınayan Batılı ya da Batılılaşmış ünlü bir ismin yarın iğrenç bir sapkınlığın savunucusu olarak karşımıza çıkmayacağının garantisi yoktur. 

Bunları, güçsüz olduğumuz kabulüyle gayrimüslimlerden medet ummak anlamına gelen bir tavrın tezahürü olması hasebiyle zikrettik. Öyle ya, zulmün güçle kazanılmış bir üstünlüğe, zulme maruz kalmanın ise güç bakımından zayıflığa delalet ettiği düşünülmektedir. Müslüman coğrafyaların hep mazlum olmasının bizim güçsüzlüğümüzü gösterdiğine inanılmaktadır. Öyle midir peki? 

Neden hep Müslümanlar mazlum?

Evvela şu hakikati tespit edelim: Kâfir, kâfir olduğu için zulmeder. Zulmü her zaman ve mekânda özellikle iman ehli Müslümanlara yöneliktir. Dolayısıyla Müslüman da Müslüman olduğu için zulme maruz kalır. Bunun güçlü olup olmamakla ilgisi yoktur. 

Fakat kâfirlerin zulmü hemen önlenemiyor, yaygınlaşıp süreklilik gösteriyorsa o zaman Müslümanların güçsüzlüğünden söz edilebilir. Ancak bu güçsüzlük, zannedildiği gibi zalimi zulmünden caydıracak maddi imkânlardan yoksunluk anlamında bir güçsüzlük değildir. Bir “iman zafiyeti”ni ifade eder. Zira karşı konulamayan, alt edilemeyen en büyük ve gerçek güç kâmil bir imandır. Bugün zalimlere engel olamayışımızın sebebi diye saydığımız bütün eksiklik, zayıflık, yetersizlik, mahrumiyet yahut anlaşmazlıkların tamamı iman zafiyetinin eseridir.

Kaldı ki Müslümanlar maddî bakımdan güçsüz de değildir. Dünya ölçeğinde önemli bir nüfusa sahibiz. Birbirimizi sevemiyorsak bu, “Birbirinizi sevmedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, İman 93) hadis-i şerifinde haber verildiği üzere bir iman zayıflığının neticesidir. Yahut tefrikaya düşüyor, birbirimizi koruyup gözetmiyorsak, “Bir düşman saldırısıyla karşılaşıldığında direnmeyi, Allah ve Resûlü’nün koyduğu ölçülere uymayı ve birbirimizle didişmemeyi” emreden ayet-i kerimelere (Enfâl 45-46) riayet etmiyoruz demektir. Bu emrin hilafına bir tutum, ayetlerin müminlere hitaben gelmiş olması dikkate alındığında yine bir iman zafiyetine işaret etmektedir. 

Bir başka maddi gücün, petrol ve doğalgaz zengini Müslüman ülkelerin servetinin pekâlâ bir İslâm Barış Gücü Ordusu kurmaya, savaş teknolojisi üretmeye yetecekken ABD ve Avrupa bankalarında tutulması yahut futbola aktarılması da iman zayıflığının alametidir. Çünkü bu, Allah Teâlâ’nın müminleri sorumlu tuttuğu bir tedbire uymamaktır. Enfâl suresinin 60. ayetinde müminler, Allah’ın da Müslümanların da açık gizli bütün düşmanlarını korkutup caydırmak için her türlü askerî güç ve imkâna sahip olmak üzere infaka çağrılmışlardır. Biz bu çağrıyı, “Hazır ol cenge ister isen sulh u salâh” diye özetlemişiz. 

Zalimlere buğz etmekten fazlası

Geçenlerde malum televizyon kanallarından birinde Gazze’ye Yahudi saldırıları konuşulurken adamın biri, “Bu işe karışmasak mı ki, dolar fırlayacak” deyiverdi. Bu örnekleri kimseyi tahkir etmek için vermiyoruz. Ama Gazze’de insanlar zulme karşı durmak için can verirken, burada birilerinin dolar hesabı yapması zulmün daha da azgınlaşarak sürmesine sebep olan bir tutum. Niye söylemeyelim, Müslüman bir ülkede, Müslüman bir ailede doğduğu için Müslümanım diyenlerin bir kısmı “imanın henüz kalplerine yerleşmediği bedevîler” (Hucurât 14) zümresindendir. 

Müşrikler Mekke döneminde Efendimiz aleyhissalâtu vesselama gelmiş, düzenlerinin bozulmaması için “Bir yıl biz senin ilâhına tapalım, bir yıl sen bizim ilâhlarımıza tap” teklifinde bulunmuşlardı. Resûlullah sallallahu aleyhi vessellemin şiddetle reddettiği ve Kâfirûn suresinin nüzulüne sebep olan bu teklif şu sıralar bazı Müslüman ülke yöneticilerince benimsenmiş gibi. İşte bazen iman zafiyetini de aşan bu tür tavırlardır ki zulme maruz kardeşlerimizi zalimlerin insafına terk ederken bizleri de zelil kılmaktadır. 

Ne yapmalı öyleyse? Malum, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vessellem, “Sizden kim bir münker görürse onu eliyle değiştirip (düzeltsin). Eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Diliyle de değiştirmeye güç yetiremiyorsa o işe kalbiyle buğz etsin. Bu sonuncusu imanın en zayıf derecesidir.” (Timizî, Fiten 11) buyuruyor. 

Zulüm en ağır münkerlerden biridir ve biz çoğu zaman daha fazlasını yapabilecekken zulme buğz etmekle yetiniyoruz. Buğz madem ki zayıf bir imanın alametidir, daha fazlası için imanımızı kavi kılmamız gerekiyor şu halde. Çünkü zulme karşı durmak bir imkân meselesi olmaktan önce iman meselesidir. Mazlumlar için Rabbimiz’e dua ederken başta kendimiz olmak üzere bütün Müslümanları mümin kılması için de dua edelim. 

Ama kavlî dua ile yetinmeyip fiili dua ile sebeplere sarılarak, sefere koyularak da isteyelim bunu. Zafer Allah’tandır. 


Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy