Ebu Hüreyre radıyallahu anhudan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular: “Allah Teâlâ, kıyamet günü üç kimsenin yüzüne bakmaz: Zina eden ihtiyar, yalancı hükümdâr ve kibirli fakir.”
(Nesâî, nr. 2575; İbn Hibban, Sahih, nr 4413; Kelâbazî, Bahrü'l-Fevâid, 1/392)
Hadis-i şerif, ilâhî yasağa rağmen günahta ısrar edenler arasından üç sınıf insanı özellikle zikretmekte, işledikleri cürmün diğerlerininkine nazaran çok daha çirkin olduğunu ve kıyamet günü çok daha ağır cezayla karşılaşacaklarını bildirmekte ve inananları bu hususta uyarmaktadır.
Kul için en ağır ceza Allah Teâlâ’nın engin rahmetinden mahrum kalmaktır. O’na âsi olmak ve ilâhî adaletin tecelli edeceği hesap gününde rahmetinden mahrum kalmaktan daha büyük musibet, daha büyük ceza olamaz.
Başka bir rivayette aynı mana şöyle ifade buyurulmuştur: “Üç grup insan vardır ki Allah Teâlâ kıyamet günü onlarla konuşmaz, onları temize çıkarmaz ve onlara rahmet nazarıyla bakmaz. Onlar için acıklı bir azap vardır. Bunlar; zina eden ihtiyar, yalancı hükümdar ve kibirlenen fakirdir.” (Müslim, İman 172)
Hayat, her ânı ve aşamasıyla zayi edilmemesi gereken fırsatlarla doludur. Rabbü'l-Âlemin'in kullarına ikramı ve ihsanı asla kesilmez. Zor ve sıkıntılı anlar dahi anlayan için birer ilâhî lütuftur; değerlendirilmesi ve kazanca dönüştürülmesi kulun iradesine bağlıdır. Yaşlılık, hükümdarlık ve fakirlik halleri de insana bahşedilmiş birer ilâhî lütuftur. Şükredilir ve hakkıyla değerlendirilirse ebedî saadete vesiledir.
Hadis-i şerif, bu birbirinden farklı hayat kesitlerini misal getirerek müminleri yanlışa düşmemeleri ve hayatın her ânını ilâhî rahmete vesile olacak şekilde değerlendirmeleri yönünde uyarmaktadır.
Günahın mazereti olmaz. Fakat insanı günaha sürükleyen tabii ve sosyal bir takım sebeplerin varlığı da inkâr edilemez. Dünya imtihan yeridir. Hayır işlerinde olduğu gibi günah da belli sebep ve imkânlar dairesinde gerçekleşir. Kişinin hali, bulunduğu ortam ve şartlar, sevabın veya günahın seviyesini ve karşılığını değiştirir. Hadis-i şerif bu farklılığın ortaya çıktığı, ilâhî adaletin ve rahmetin tecelli ettiği o kritik ânı insanlara hatırlatmakta, hesabı verilemeyecek ve ilâhî rahmetten mahrum edecek hal ve davranışlardan sakınmayı emretmektedir.
Tevbe kapısı, günahı hafife almayan ve günahta ısrar etmeyenler için son ana kadar açıktır. Kul, nefsine mukavemet edemeyip günaha düşebilir. Bu durumda acziyetinin farkına varıp yaptığı hatadan dolayı pişmanlık duyar ve bağışlanma dilerse ilâhî rahmetten mahrum olmaz. Çünkü Cenâb-ı Allah’ın rahmeti ve merhameti sınırsız ve sonsuzdur. Yeter ki insan kul olduğunun farkına varsın, O’na yönelsin.
Zina eden ihtiyar
Zina büyük günahtır ve cezası ağırdır. Genç yaşlı fark etmez, herkes için haramdır. İnsanı bu harama sürükleyen şey nefsi ve şehvetidir. İnsanda bu ikisine karşı koyacak takva yoksa kaçınması zordur. Bu durum yaşı, sağlığı ve beden gücü yerinde olanlar için çok daha zordur. Dolayısıyla bu yanlışa düşenlerin çoğu nefsine ve iradesine hâkim olamayan yaşı genç ve cahil kimselerdir.
Yaş olgunlaştıkça insanın bu tür isteklere meyli azalır. Akıl ve iradesi güçlendiği için nefsiyle mücadelesi kolaylaşır, sabır ve riyazetle onu dizginlemeye çalışır. Günaha düşmemek için onu çağrıştıran ortamlardan uzaklaşır; göz, kulak, dil ve diğer azalarını da zinadan sakınır. Bu erdemli bir davranıştır.
İhtiyar kimsenin durumu ise farklıdır. Belli bir yaştan sonra insan gücünü kaybeder ve bu istek azalmaya başlar. Buna rağmen zina gibi bir günahı kovalamak, bunun için çaba sarfetmek gerçekten garip ve yadırganacak bir durumdur.
Yaşlılık aslında Cenâb-ı Allah’ın insana bahşettiği bir lütuf, yakınlık vesilesidir. Yaşlı insan güngörmüş, hayatın baharını ve kışını tatmış, ibret almış, olgun kimsedir. Sona yaklaştığının farkında olduğu için kalan ömrünü gidenin telafisine adamış sayılır. Gençliğe özgü canlılık ve hareket ondan beklenmez. Hal ve davranışlarına sükûnet ve vakar hâkimdir. Bu halinden dolayı hürmet edilir, sözü dinlenir. Fakat yaşının gerektirdiği olgunluğu göstermez, gençlere dahi yakışmayan bir tavır veya davranış sergilerse saygınlığın yitirir. Allah Teâlâ’nın da gazabına uğrar.
Yaşlı kimsenin zina gibi çirkin bir işe yeltenmesi bir anlık gaflet yahut mazeret değildir. Tabiatının, cibilliyetinin bozuk olduğunu gösterir. Yani kötülüğe meyilli bir yapıya sahiptir ve bu onun değişmez karakteri olmuştur. Bu yüzden âhirette cezası ağır olacaktır.
Bu durumun aksine genç, gücü kuvveti yerinde olan kimsenin nefsinin isteklerine kapılmaması, aklının ve iradesinin nefsine gâlip gelmesi ise çok büyük sevaba ve ilâhî rızaya vesiledir. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Nefsinin arzularına iltifat etmeyen gence Allah Teâlâ taaccüb eder.” (Ahmed, Müsned, 4/151; Taberânî, 17/209; Suyûtî, Camiu’s-Sağir, nr.1793)
Yani gencin bu halinden dolayı Cenâb-ı Allah’ın katında değeri büyüktür, ondan hoşnuttur, hiç beklemediği bir şekilde ödüllendirecektir.
Yalancı hükümdar
Yalan söylemek çirkin bir davranıştır. Hem dinen hem de ahlâken yasaktır. Zayıf yapılı ve kötü karakterli kimseler yalan söyler. İnsanı yalan söylemeye iten şey genelde iki gerekçeye dayanır: Korku veya aşırı istek. Yalan söyleme hususunda da insanlar iki kısımdır: Bir kısmında yalan söylemek karakter halindedir ve değişmez. Bir kısmında ise sonradan edinilmiş bir huydur. Yalanı anı kurtarmak, fayda elde etmek veya zararı savuşturmak maksadıyla kullanır.
Hükümdar, sözü dinlenen, hükmü yerine getirilen kimsedir. Yönetici konumunda olan bir kimsenin yalan söylemesi, halkını kandırması çok çirkindir. Çünkü bulunduğu makam dünya ölçülerine göre en üst makamdır. Anı kurtarmak, bir şeyi elde etmek veya zararı savuşturmak gibi bir derdi yoktur ve olmamalıdır. Dilediklerine ulaşmaları zor değildir. Dolayısıyla yalan söylemeleri abestir.
Hükümdar, yani devlet başkanı lider ve önder konumundadır. Özünde ve sözünde doğru ve adil olmalıdır. Dolayısıyla yalandan en uzak durması gerekenlerden biridir. İster yöneten ister yönetilen olsun, yalan söylemek gibi büyük bir günahtan kaçınmayan kimsenin ilâhî gazaba müstahak olacağı kesindir. Ancak, lider ve önder konumunda olan hükümdarın yalan söylemesi, tabiat ve karakter zafiyetine işarettir. Bu durum yakınlarına de sirayet eder ve istikrar bozulur. Kötülük, kişide karakter veya alışkanlık haline gelmişse cezası da ona uygun olur.
Kibirlenen fakir
Kibir son derece kötü bir özelliktir. Günahtır ve neticesi cennetten mahrumiyettir. Kibir de biri karakter, diğeri sonradan edinilmiş huy olmak üzere iki türlüdür.
Dinen yasak ve aklen çirkin olduğu bilinmesine rağmen insanı kibre sürükleyen sebeplerin başında varlıklı olmak ve şöhret gelir. Bunların altında yatan asıl sebep ise cehalettir, hayatın hikmetini anlamamaktır. Günahın mazereti olmaz ve olmamalıdır. Fakat dünya malına düşkün, servet ve şöhret sahibi kimseleri kibre düşme ihtimali yüksektir ve bu bir yere kadar anlaşılır bir durumdur.
Fakat bütün bunlardan mahrum, yok ve yoksul yaşayan birinin, üstelik bakımlarından sorumlu olduğu ailesi acınacak bir halde iken kibirlenmesi, başkalarını küçümsemesi daha abes bir davranıştır. Böylelerine, durumu uygun olmadığı halde boş yere üstünlük tasladıkları için "fodul" denir. "Hem kel hem fodul" sözü bu gibileri ifade eden özlü bir deyimdir. Ortada nefsini kabartacak bir sebep yok iken insanın kibirlenmesi tedavisi zor karakter bozukluğudur.
Büyüklük yalnız Allah Teâlâ’nın zâtına mahsustur ve büyüklüğünü izhar etmek ancak O’na yaraşır. Yaratılmış ve muhtaç olanın kibirlenmeye hakkı yoktur ve yakışıksızdır. Böyle olduğunu halde kibirlenmek haddi aşmak ve Allah Teâlâ’ya âsi olmak demektir.
Fakirlik zor ve istenmeyen bir haldir. Buna rağmen doğru değerlendirilirse insana normal şartlarda erişemeyeceği kazanımları içinde barındıran bir durumdur. Tevazu, sabır, mücadele, Allah’a yakınlık ve teslimiyet gibi birçok özellik kazandırır. Bu özellikteki fakiri Cenâb-ı Allah mahrum etmez, ummadığı yerden rızıklandırır, varlıklı kimseleri de onun vesilesiyle mükâfatlandırır.
Fakat fakir, bütün bu kazanımları göz ardı edip kibirleniyorsa bu onun mizacının bozuk olduğunu gösterir. Bu haliyle hem Allah’tan hem de insanlardan uzaklaşır. Hakkı olmadığı halde övünmesi, insanlardan yüz çevirmesi çirkin ve bir o kadar da gülünç bir davranıştır. Bu yüzden hem dünya hem de âhirette mahrumiyet yaşar.
Deve ile fare
Mesnevî-i Şerif'te kibirle ilgili ibretli bir hikâye anlatılır.
Hikâyeye göre deve ile fare arkadaş olurlar. Bir gün fare devenin yularını tutar, o önde deve arkada yola koyulurlar. Fare devenin kendisini takip ettiğini görünce efelenir ve çalımla yürümeye başlar. Kendi kendine:
– Ben develeri dahi güdecek bir yiğidim, diye böbürlenir.
Deve, farenin tavrının değiştiğini anlar, fakat ses çıkarmaz. Derken bir ırmağın kıyısına ulaşırlar. Irmağı görünce farenin bir anda havası söner, olduğu yerde kalakalır. Onun bu suspus halini gören deve kinayeli bir tavırla ona der ki:
– Ey dağlarda ovalarda benim yoldaşım, niçin durdun? Bu şaşkınlık niye? Yürü, ırmağa gir ve yiğitliğini göster. Sen benim kılavuzumsun, böyle yarı yolda durmak sana yakışmıyor.
Fare mahcup bir edayla:
– Arkadaş! Bu su pek derin ve korkutucu, girersem boğulurum, der. Deve:
– Bakalım derinliği ne kadarmış? der ve ayaklarını suya sokar. Sonra da fareye seslenir:
– Behey kör fare! Bak, suyun derinliği diz boyunu geçmiyor, korkmana gerek yok!
Fare çaresiz kaldığını anlar ve suçunu itiraf edercesine der ki:
– Ey hüner sahibi! Sana karınca gibi görünen bize ejderhadır. Hem dizden dize de fark var. Benim boyum yüz arşını geçse de seninkine denk gelmez.
Bunun üzerine deve fareye şöyle der:
– Madem öyle, bir daha küstahlık etme! Etme ki canın yanmasın. Haddini bil ve yalnız kendi emsallerinle boy ölçüş. Sakın sana gösterilen hoşgörüye kapılıp havalara girip şımarma!
Fare utanır ve yalvarmaya başlar:
– Tevbe ettim, pişman oldum. Allah için beni şu tehlikeli sudan geçir!
Deve yine merhamet eder.
– Haydi, sıçra ve hörgücüme otur. Bu sudan geçmek ve senin gibi yüzlerce âcizi geçirmek benim işimdir, der ve fareyi karşı kıyıya geçirir.
Tehditte saklı müjde
İmam Kelâbazî, hadis-i şerifin farklı bir yönüne, müjdeleyici tarafına dikkat çekmekte ve şunları kaydetmektedir:
"Hadis-i şerif her ne kadar uyarı mahiyetinde ise de diğer taraftan Cenâb-ı Allah’ın engin rahmetine işaret etmekte ve mazereti olan ve tevbe eden günahkâr kullarını affedeceğini müjdelemektedir. Bir anlık gaflete düşüp nefsin veya şeytanın oyununa gelmiş ve pişman olmuş kullarını rahmetiyle muamele edeceğini bildirmektedir.
Rivayete göre Hz. Ömer radıyallahu anhu; "Ey insan! Kerîm olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?" (İnfitar 6) ayet-i kerimesini okudu ve sonra: "Vallahi onu aldatan cahilliğidir!" dedi. Ayet-i kerimenin tefsirinde selef-i sâlihînden bazı âlimler dediler ki: Cenâb-ı Allah’ın bu sorusuna kimileri "kötü nefsim beni aldattı, şeytanın tuzağına düştüm" diyecek. Kimisi de "Yâ Rabbi, senin engin lütuf ve keremine kandım" diyecek. (Kurtubî, Tefsir, 19/245; Kelâbazî, Bahrü'l-Fevâid, 1/394)
Bütün bunlar suçu ve cezayı hafifletici sebep sayılıp kurtuluş için birer vesile olabilir. Asıl önemlisi ve asla hatırdan çıkarılmaması gereken, Allah Teâlâ’nın azametine ve sonsuz rahmetine inanmak ve teslimiyet göstermektir. Bu şekilde huzur-u ilâhîye yönelmek, kırık kalple ve pişmanlık içinde Cenâb-ı Allah’tan mağfiret ve rahmet dilemekten başka kurtuluş yolu yoktur.
Hadis-i şerifin asıl üzerinde durduğu mesele, hiçbir mazereti olmadığı halde günahta ısrar edenleri uyarmaktır. Allah Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı üzerinde tamamlanmış, günaha sevk eden bütün sebepler ortadan kaldırılmışken insanın günah işlemesi sonu çok acıklı bir yola girdiğini hatırlatmaktadır. Bu kimseler sebep ve zaman aşımından dolayı özür beyan etme ve pişmanlık gösterme hakkını yitirmişlerdir. Cenâb-ı Allah diğerlerine gösterdiği kolaylığı bunlara göstermeyecektir. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, altmış yıl ömür bahşettiği kimseye artık mazeret bırakmaz.” (Buhârî, Rikâk 5)
Yani o yaşa kadar kulun işlemiş olduğu hata ve kusurlar için mazeret kolaylığı gösterebilir, fakat bu aşamadan sonra artık mazeretini kabul etmez.
Ortak özellikler
Şartları ve konumları birbirinden farklı olsa da hadis-i şerifte üç günahkârın bir arada zikredilmesinde hikmet ve ibretlerin olduğu muhakkak. Hadis-i şerifin şerhlerinde geçen hikmetleri şöyle özetlemek mümkün:
• Üçünün ortak özelliği, Cenâb-ı Allah’ın kendilerine bahşettiği fırsatları doğru değerlendirmemiş, hal ve konumlarına aykırı tavır sergilemiş ve günah işlemişlerdir. Bu haddi aşmaktır ve onlardaki kötü huy ve tabiattan kaynaklanmaktadır. Kötü tabiatlarından dolayı işledikleri günahın ve cezanın şiddeti artmış, katlanmıştır.
• Asâlet kişinin tabiatındadır, sûret ve sîret ona göre şekillenir. Yanlış tavır ve davranış içinde olanlar ve günahta ısrar edenler bu özellikten mahrumdur. Asâleti olmayanın adamlığı da olmaz. Dinin ve aklın tasvip etmemesine, insanların kınamasına aldırış etmezler. Hayâ ve utanma perdeleri de yoktur.
• Üçü de sebepsiz veya mazeretsiz günah işlemiştir. Bunun sebebi ilâhî yasağı ve cezayı hafife almak, bilerek günahta ısrar etmektir. Günahta ısrar edenin mazereti, mazereti olmayanın ilâhî rahmetten nasibi yoktur. İnsan için en büyük ceza âhirette rahmetten mahrum olmaktır.
• Sebepsiz işlenen günahın bedeli ağırdır. Buna mukabil mazereti veya zorlayıcı sebepleri olduğu halde sabreden, ateşten sakınırcasına günahtan sakınanın da mükâfatı o derece büyüktür.
• Mümin, zorluk ve sıkıntılarına rağmen hayatın her anını, her safhasını ganimet bilip uhrevî fırsata çeviren kimsedir.
• Mümin için en büyük kazanım ve saadet Allah Teâlâ’nın razı olduğu kullardan olmak ve cennete girmektir. En büyük korku ve felaket ise ilâhî rahmetten mahrum kalmaktır. Ebedî saadeti ümit edenler ondan mahrum kalma korkusuna öncelik vermeli ve son nefeslerine kadar bu korkuyu kalpten çıkarmamalıdır.