Müminlerin vasıflarını anlatan ayetler, bir taraftan müminleri başkalarından ayıran özellikleri tasvir ederken, diğer taraftan imanın hayata nasıl yansıması gerektiğini bildirir. Yani bu kapsamdaki ilâhî beyanlar Cenâb-ı Hakk’a güzel kulluğun ufkunu da belirler.
Müminlerin vasıfları, yine bu isimde olan Mü’minûn suresinin ilk on ayetinde şöyle zikredilir.
“Namazlarında huşû içinde olan,
Boş ve faydasız şeylerden yüz çeviren,
Zekâtı bihakkın veren,
İffetlerini koruyan (…)
Emaneti ve verdikleri sözlerinin gereğini yerine getiren,
Namazlarını koruyan müminler mutlaka kurtuluşa ermiştir.
Ebedî kalacakları Firdevs (cennetinin) vârisleri işte onlardır.” (Müminûn 1-11)
Kurtuluşa eren
Kısmen mealini verdiğimiz bu ayetler müminler için büyük bir müjdedir. Hz. Ömer radıyallahu anhudan gelen bir hadiste Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Şu an bana on ayet nâzil oldu. -Ardından Mü’minûn suresinin ilk on ayetini okumuştur- Kim bunlarla amel eder, bunları yaparsa cennete girer” buyurmuştur. Sonrasında şu duayı yapmıştır:
“Allahım! Bize nimetini arttır, eksiltme. Bizi onurlandır, alçaltma. Bize ihsan et, mahrum etme. Bizi seçkin kıl (düşmanlarımıza karşı) zayıf duruma düşürme. Bizden hoşnut ol ve bizi senden hoşnut kıl!” (Buhârî, İman 34)
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Allah cenneti ve ağaçlarını yarattığında onlara ‘konuşun’ buyurdu. Onlar da ‘Müminler kurtuluşa ermiştir.’ demeye başladılar.”
(Taberî, Câmiu’l-Beyan, 8/19)
Hz. Aişe radıyallahu anhâya Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ahlâkı sorulduğunda; “Onun ahlâkı Kur’an idi” demiş ve ardından Mü’minûn suresi ilk on ayetini okumuştur. Sonrasında “İşte Rasûlullah’ın ahlâkı buydu” demiştir.
(Müslim, Müsâfirûn 139)
Ayet-i kerimede geçen “felâh”, her gün beş vakit ezanlardaki felâh kelimesiyle aynı manada olup kurtuluşa, selamete ermektir. Dünya hayatındaki imtihanını kazanıp, kıyamet günü hesabı verebilmek müminin kurtuluşudur.
Kur’an-ı Kerim’de “O gün amellerin tartılması da haktır. Kimin tartılarında sevabı ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir” buyurulur. (A’râf 8) Bu ayetteki “hak” kelimesi adalet anlamındadır. Herkesin kâr ve zararı hatasız hesaplanacak ve defter kapatılacaktır. Ayette tartı, “tartılar” olarak çoğul bir ifade ile zikredilmiştir. Bu ifade kişinin birçok şeyden sorguya çekileceğini göstermektedir. Ayetlerdeki altı temel tutumu hayatına tatbik eden bir mümin hem dünyada hem de âhirette huzura erer.
(Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 4/174)
Namazlarında huşû içinde olan
Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette namaz “ikame etmek” fiiliyle birlikte kullanılmıştır. Namazı ikame etmek, vaktini muhafaza etmek, tüm fiillerini Allah’a samimiyetle yapmak, şartlarına, rükünlerine, sünnetlerine riayet etmek, kalbinde tam bir huşû duymak, farz olan namazları cemaatle kılmaya çalışmaktır. (İbn Cüzey, et-Tehsîl, 1/70)
Buna göre namazın, ikame etme fiiliyle birlikte ifade edilmesi sadece şekil şartlarını yerine getirmek olmayıp, namazın farz kılınmasının hikmetine, hukukuna ve şartlarına riayet etmek, demektir. (Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, s. 492)
Ayette geçen “huşû” namazı ikame etmenin içerisinde tamamlayıcı bir şarttır. Huşû, Hak Teâlâ’ya boyun eğerek O’nun divanında olma halidir ve yeri kalptir. Namaz esnasında huşû duyan kalp sahibinin bütün uzuvları sükûn bulur. Peygamberimiz, namazda sakallarıyla oynayan bir adam gördüğünde; “Eğer kalbi huşû duysaydı uzuvları da duyardı” demiştir.
(Ebû Bekr b. Şeybe, el-Kitabü’l-Musannef, 2/86)
Sahabe-i Kiram, kalplerindeki huşûdan dolayı namaz esnasında sanki hareketsiz, sabit bir ağaç gibi olurlardı. Mücahit b. Cebir (Tercüman-ı Kur’an olan Abdullah b. Abbas’ın talebesidir.), Hz. Ebu Bekir ve Abdullah b. Zübeyir’in namazlarını anlatırken onları bu şekilde tarif etmiştir. Allah onlardan razı olsun.
Huşûyla eda edilen namaz ile onun kötülüklerden ve hayâsızlıktan alıkoyması arasında güçlü bir bağ bulunmaktadır. Huşû namazın hakkını vererek kılmaya çalışmak olduğuna göre bu şekilde kılınan namazın kötülüklerden ve hayâsızlıktan insanı alıkoyması gerekir.
“Sana vahyedilen kitabı oku. Namazı da dosdoğru kıl (ve kıldır). Çünkü namaz edepsizlikten, akıl ve şeriata uymayan her şeyden alıkoyar. Allah’ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Ne yaparsanız Allah bilir.” (Ankebût 45)
Bu bağlamda Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin şöyle uyarıcı bir hadisi bulunmaktadır:
“Namazı, kendisini fuhşiyyattan ve münkerâttan alıkoymayan kimse ancak, Allah’a olan uzaklığını arttırmış olur.”
(Câmiu’s-Sağîr, 2/181)
Huşû kelimesini Fussilet suresi 39. ayetle birlikte düşündüğümüzde bizlere güçlü anlamlar vermektedir:
“Allah’ın varlığının delillerinden biri de şudur: Sen yeryüzünü boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman kıpırdar, kabarır. Şüphesiz ki onu dirilten elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye gücü hakkıyla yetendir.”
Bu ayetten hareketle huşû, sanki namazda kuru bir toprak gibi bir damla rahmete muhtaç olma halidir. Huşû, namazla birlikte yağmura kavuşan toprak gibi uyanmak ve kıpırdamak demektir. Manen ölüyken namazla Rahman’ın huzurunda dirilmeyi ummaktır.
Boş ve faydasız şeylerden
yüz çeviren
Ayette geçen “lağv”, kelime olarak kötü söz, sövmek ve -eskilerin ifadesiyle- malâyâni, faydasız şeyler demektir. Bunlardan yüz çevirmek demek kötü söz kullanmamak, sövgünün olduğu konuşmalara girmemektir. (İbn Cüzey, et-Tehsîl, 1/70)
Bir başka açıdan da zamanı boş işlerle harcamamak demektir. An neyi gerektiriyorsa onu yapmaya çalışmaktır. Tasavvuf ehlinin ifadelendirdiği “ibn-i vakit” olma, yani gereken zamanda gerekeni yapabilme bilinci boş ve faydasız şeylerden kaçınmakla başlar. Bu da Allah rızasının olmadığı konuşmalardan ve işlerden kaçınmaktır. Bu ayet bizlere söz ve davranış disiplini getirmektedir.
Zekâtı gereğince veren
Ayette geçen “zekât”, kelime olarak artmak, çoğalmak ve fazlalaşmak, iyi ve güzel olmak, düzelmek ve temiz olmak anlamlarına gelir. (Muhammed b. Ahmed el-Ezherî, Tehzibu’l-Luga, 10/175) Zekât, fıkh-ı şerife göre nisap miktarını aşan zenginin fakir kabul edilenlere mallarının kırkta birini vermeleridir.
Malından veya parasından vermesini bilen kimse, elindekilerin gerçek sahibinin kim olduğunu tefekkür edebilir. Yunus’un deyişiyle “mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi” sorusuyla her şeyin geçici olduğu bilincine ulaşır. İslâm’da cimri olmamanın ölçüsü zekâttır. Mal, kelime olarak kendisine meyledilen şey demektir. Zekât insanın mala mülke sahip olma hırsının önüne geçerek bu duygunun itidal içinde kalmasını sağlar.
Kişinin olgunluğunu sağlayan bir ibadetin namaz olması gibi, toplumsal olgunluğu sağlayan ibadet de zekâttır. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette zekât, namazdan hemen sonra gelmektedir. Bu da insanın kemâle erişmesiyle birlikte kâmil toplumun inşasının birlikte mümkün olduğunu bizlere göstermektedir.
“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görür.” (Bakara 110)
Zekât her ne kadar iktisadî bir konu olarak görülse de esasen toplumsal bir olaydır. Bu müessese, toplumsal dayanışma ve barışın tesisi için gereklidir. Yaşadığımız toplumda bireylerin birbirine güvenmelerine, bir arada yaşama kültürünü oluşturmalarına zekât büyük katkı sağlamaktadır. Toplumdaki avantajlı ve dezavantajlı kesimler arasındaki makasın açılmamasını sağlar. Zekâtta zenginin malından herhangi bir kuruma değil de doğrudan fakire vermek esastır. Bu ibadetle nisap miktarını geçmiş zengin malını temizlemektedir.
Zekâtın önemli hikmetlerinden bir diğeri, insan ve sahip oldukları arasındaki mücadelede kazananının insan olmasını sağlamaktır. Mesnevî’deki insan ve sahip olduklarıyla ilgili şu sembolik bir anlatım aslında nerede durmamız gerektiğini göstermektedir:
“Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpuslarız. Zindanı del, kendini kurtar!
Dünya nedir? Allah’tan gafil olmak! Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret dünya değildir.
Din için, Allah için yüklenirsen, Peygamber, buna ‘ne güzel mal’ demiştir.
Suyun gemi içinde olması geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardımcıdır.
Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığı içindir ki Süleyman, ancak yoksul adını takındı. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti.” (Celaleddin er-Rûmî, Mesnevî, 1/242)
İffetini koruyan
İnsanın iffetini koruması gözlerinden başlar. Gözlerden kalbe giden bir yol bulunmaktadır. Bu ayette, kadınların nâmahreme karşı örtünmeleri emredildiği gibi erkeklerin de gözlerini nâmahreme bakmaktan örtmesi emredilmektedir. Bu yönüyle mümin iffet perdesini gözlerine çekmelidir.
Gözleri haramdan sakınmak iç âlemimizin merkezi olan kalbin muhafazası demektir. Bu meyanda Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurur ki: “...Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur. O bozulursa bütün vücut bozulur. Bilin ki o kalptir.” (Buhârî, İman 39)
Tasavvufta, yürürken ayaklarının ucuna bakmak anlamında “nazar ber kadem” kaidesi vardır. Bakışları dağıtmamak, kalbin dağılmaması açısında önemlidir.
İffetin korunmasında müminlere evlilik yoluyla kendilerini temiz tutma ve nefslerini haramdan alıkoyma buyruğu bulunmaktadır. İlgili ayet bir mahrem alanı olarak evin korunmasını ve eşler arasında saygı ve sevgi temelinde sağlam bir münasebetin kurulmasını emretmektedir. Kur’an, eşleri kötülükten alıkoyan ve gönüldaş olan anlamında giysiye, örtüye benzetmektedir. “Onlar (eşleriniz) sizin örtünüz, siz de onların örtüsüsünüz.” (Bakara 187)
Emaneti koruyan, sözlerini yerine getiren
Bu ayette geçen “emanet” ve “verilen söz”, adaletli ve güvenilir olmak, sorumluluk bilinci taşımak gibi müminlerin birçok üst değerini içine alan geniş kapsamlı kavramlardır. Allah’a karşı görevlerini yerine getirmekten, bir işi yaparken hakkıyla yapmaya kadar bütün yönleri kapsamaktadır. Kulluğumuzu yaşamaya dair Hak Teâlâ’ya verdiğimiz söz ve ahitleşme “elest bezmi”nde başlayıp, son nefesimize kadar devam eder. Allah insanlara sorumluluklar yüklemiş (teklif), insan da yaradılışı gereği bunu bir emanet olarak kabul etmiştir. Allah’ın insanlara yaptığı varoluşsal teklif O’na kul olmaktır.
“Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefslerine karşı şahitler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar ‘Evet (Rabbimizsin), şahit olduk’ demişlerdi. Bu, kıyamet günü ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” (A’râf 172)
Kul olmak insan olmanın doğasında bulunan bir olgudur. Bizi çepeçevre kuşatan doğal ve hukukî kanunlara boyun eğmek de bu kapsamda değerlendirilebilir. “Sünnetullah” dediğimiz bu fizik âleminde astronomi, kimya, fizik ve biyolojiye dair kanunlara zorunlu boyun eğmeye “İbadet-i teshîrî: Zorunlu kulluk” denilmektedir. İrademizle Allah’a kulluğu kabul etmemize ise “ibadet-i ihtiyârî: Tercih edilerek yapılan kulluk” denilir.
Emanete ve verilen söze riayet etmenin bir diğer boyutu da müminin ailesinde, iş hayatında, arkadaşları arasındaki münasebetlerinde doğru ve güvenilir olmasıdır. Saklanması gereken bir sır, mümin kardeşinin bir ayıbı, doğru şahitlik ve anne baba birer emanettir. Emaneti koruyan güvenilir kimse, yani emindir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Mümin, kardeşlerinin elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” buyurmuştur.
(Buhârî, İman 4)
Emaneti korumak ve verdiği sözde durmak kardeşlik hukukunun bir gereğidir. Müminler kardeşlik hukukuyla birbirleri arasında muamelede bulunurlar. “Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucûrât 10)
Namazlarını koruyan
Suredeki birinci ayette geçen namazın dokuzuncu ayette tekrar etmesi bu ibadetin önemini ortaya koymaktadır. Namazın vakti doğru kullanma gibi bir işlevi bulunmaktadır. Namazı korumak namazı ikame etmek demektir. Namazı ikamet etmek de belirlenmiş şartlar ve takdir edilmiş vakitler içerisinde kendine has erkânı ve bilinen zikirlerinden ibarettir. (el-Cürcânî, et-Târifât, s. 134)
Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Namaz dinin direğidir” buyurmuştur. Hz. Âdem aleyhisselamdan hâtem-i enbiya olan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme kadar bütün peygamberlerin temsil ve tebliğ ettikleri tevhid ilkesinin içerisinde yer almaktadır. Bu yüzden namaz, Kur’an-ı Kerim’de birçok peygamberin kendi ümmetlerine yaptığı tavsiyeler, emirler ve dualar arasında yer almaktadır. Hz. İsâ aleyhisselam daha kundaktayken konuştuğunda, etrafındakilere ilk tavsiyesi namaz olmuştur:
“Nerede olursam olayım beni kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekâtı emretti.” (Meryem 31)
Yine Hz. İbrahim aleyhisselam, eşi Hz. Hacer ve oğlu İsmail’i ıssız çölde Kâbe’nin temellerinin yanına bıraktığında yaptığı duasında namaz ibadeti geçmektedir.
“Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.” (İbrahim 37)
Namazları korumanın önemli bir boyutu onu vaktinde kılmaktır. Onun için Peygamber Efendimiz’in birçok hadisinde namazı vaktinde kılmanın önemine işaret vardır.
Abdullah b. Mes’ûd radıyallahu anhu şöyle demiştir:
Ben Resûlullah’a sordum:
– Yâ Resûlallah! Amelin hangisi daha faziletlidir?
– Vaktinde kılınan namazdır, buyurdu.
– Sonra hangi amel, dedim.
– Sonra ana babaya itaat ve iyi muamele etmektir, buyurdu. Ben;
– Sonra hangi iş, dedim. Resûlullah;
– Allah yolunda cihad etmektir, buyurdu. (Buhârî, Cihad ve Siyer 1)
Namaz, zamanı doğru ve verimli kullanma bilincini kazandırmaktadır. Sanki kozmik düzendeki saatle içimizde işleyen biyolojik saatin uyumlu olmasını sağlamaktadır. Akan, deveran eden her şey zamanın içindedir. Vaktinde kılınan namaz sanki akıp giden zamana dâhil olmaktır. İnsan içinde bulunduğu güne dair farkındalığı belirli zamanlarına yayılmış namazla sağlar.
Günde beş vakit kılınan namaz insanın ömrünü temsil etmektedir. Güneşin hareketlerine göre sabah namazı ilk çocukluk yıllarını, öğle vakti en güçlü olduğu gençlik yıllarını, güneşin artık batmaya başladığı ikindi vakti orta yaşı, tamamen battığı akşam yaşlılık zamanını, yatsı vakti ölüm ve sonrasını temsil etmektedir.
İnsan günde beş vakit namazla bütün ömrünün muhasebesini yapma imkânı bulur.