İnsanlık budur.
Elbette yanımızdaki, bucağımızdaki, memleketimizdeki insanlara el uzatacağız. Aynı topluma mensup olanların birbirine yakın olması, kaynaşması, yardım etmesi insanî bir duygudur.
Bu âfetten sonra da insanlığın ülke, vatandaşlık, ırk, dil, dünya görüşü gibi sınırları tanımadığını gördük. Bir kere daha gördük ki insanlık almakta değil, vermekte.
Geçen ay yaşanan iki büyük deprem on ilimizde büyük kayıplara yol açtı. On binlerce canımız gitti, on binlercesi yaralandı. Şehirler harabeye döndü. Allah vefat edenlere rahmet eylesin, geride kalanlara sabırlar versin. Hepimizin başı sağolsun. Başka âfetlerden, belâlardan bizleri muhafaza buyursun.
Bu âfette bir kere daha gördük ki tek başına kanunlar ve yönetmelikler insanları depremden korumaya yetmiyor. İşini doğru yapan inşaatçılar, bürokratlar, siyasetçiler olmadan yazılı metinlerin bir kıymeti harbiyesi yok. Yani insanlarda ahlâk olmadan sistemde de ahlâk olamaz.
Bu âfette yine gördük ki insanlık ölmemiş. İnsanlar kalplerinde hissettikleri büyük acı ve merhamet ile hiç tanımadıkları mağdur insanlara el uzatıyorlar. Daha önceki âfetlerde olduğu gibi bu büyük âfette de daha ilk dakikadan itibaren sadece üzüntü değil yardım çabaları vardı. İnsanlar depremzedelere yardım etmek için yarıştılar. Hemen araçlarına atlayıp yıkıntılarda mahsur kalmış olanları kurtarmaya, evsiz barksız kalmış olanlara sıcak yemek, battaniye, giyecek dağıtmaya giriştiler. Bölgeye gidemeyenler para yardımı yaparak, malzeme toplayanlara katkı vererek, kamyonunu, aracını gerecini bölgeye göndererek destek oldular. Devlet kurumları bir taraftan, insanlar bir taraftan âfetzedelerin elinden tutmaya çalıştılar.
İnsanlık budur. Elbette yanımızdaki, bucağımızdaki, memleketimizdeki insanlara el uzatacağız. Aynı topluma mensup olanların birbirine yakın olması, kaynaşması, yardım etmesi insanî bir duygudur.
Fakat bu duygu sadece vatandaşlık ile izah edilemez. Bu sadece hangi ülkede yaşadığımız, hangi nüfus kâğıdı taşıdığımız ile ilgili değil. Vatandaşlığı da anlamlı kılan duygudaşlıktır. Bu âfetten sonra da insanlığın ülke, vatandaşlık, ırk, dil, dünya görüşü gibi sınırları tanımadığını gördük. Bir kere daha gördük ki insanlık almakta değil, vermekte...
Biriz beraberiz
İnsanlar toplumda yalnız başına yaşamıyor. Her insan birçok yönden başka insanlara muhtaç. Profesör ayakkabıcıya, ayakkabıcı profesöre muhtaçtır. Fırıncı çiftçiye, çiftçi fırıncıya muhtaçtır. Çocuk anneye, anne çocuğa, esnaf müşteriye, müşteri esnafa muhtaçtır.
Bu açıdan bakıldığında Rabbimiz'in bütün insanlığı ve hatta canlı cansız bütün âlemleri birbirine muhtaç ve bağımlı yarattığı anlaşılır. Kimi insanlara sadece maddî ihtiyaçlarımızı giderdikleri için bağımlıyız. Mesela fırıncıya beslenmemiz için ekmek ürettiği için muhtacız. Kimi insanlara ise manevi ihtiyaç duyarız. Mesela Allah dostlarına, âlimlere, öğretmenlere, anne babamıza, güzel ahlâklı insanlara, fikir insanlarına... Kitabını okuduğumuz bir yazar bize ne gıda ne geçim ne kıyafet ne de güvenlik sağlar. Ama bizim manevi ihtiyacımızı gidermeye yarar.
Bu karşılıklı bağımlılıklar karşılıklı sorumluluklar oluşturur. Bize muhtaç olanları sırf kendi zevkimiz veya keyfimiz için mahrum bırakamayız. Bir anne çocuğuna bir an dahi bakmamazlık etmez. Bu onun hem fıtratından hem de sorumluluk duygusundan ileri gelir. Fırıncı ekmek üretmekten kaçınmaz. Bu onun sadece kâr etme isteğinden değil, insanların ihtiyacını gözettiği içindir.
Kurum bazında da işler böyledir. Mesela mahkemeler “yorulduk, biraz tatil yapalım” diyerek tümden kepenkleri indiremez. Aynı şekilde polis, itfaiye, bütün devlet kurumları böyledir. Her ihtiyaç, ihtiyacı olan ve o ihtiyacı giderecekler arasında ahlâkî ve hukukî bir ilişki tesis eder. İnsanlar arasındaki bu sayısız maddi ve manevi bağlardan tek bir tanesi koptuğunda bile insan ve toplum hayatında aksaklıklar ve sorunlar baş gösterir.
İnsanların birbirine bağımlı olması birbirinin yardımına koşması anlamına gelir. Yardımlaşma ve dayanışma toplum hayatının temelidir. “Dayanışma” kavramının kökü tahmin edilebileceği gibi “dayanmak”tır. Yeni bir kelimedir. Klasik Türkçe’de karşılığı “tesânüd”dür. Arapça “dayanmak, yaslanmak” anlamındaki “sened” kökünden türemiştir. Bu kavramın diğer anlamı da ilginçtir. “Her topluluğun kendi sancağı altında toplanması” demektir.
Tevhid dilinde “tesânüd”e yakın ve her biri çok önemli boyutlar içeren birçok kavram var: Teâvün (yardımlaşma), tezâhür (sırt sırta verme), tenâsur (yardımlaşma), tedâmün (birine destek verme), teâlüf (kaynaşma), teâhî (kardeşlik bağı oluşturma), tevâsül (birbiriyle ilişki kurma)...
Bu kavramlara bakınca “insan” kavramının kök anlamlarından birisi olan “ünsiyyet,” yani diğer insanlarla yakınlaşma, kaynaşma anlamı daha da belirgin hâle gelir. İnsan fıtraten başka insanlara yakındır. Bu yakınlığın en büyük yansıması başka insanlara karşı muhabbet, sadakat, dayanışma ve yardımlaşma duygularıdır.
Büyük kardeşlik halkası
Dayanışma duygusunu tek başına ideolojiler, devletler, örgütler veremez. Bu duygu her insanın, her canlı ve cansızın, varlık âlemindeki her şeyin yaratıcısının Allah olduğunu bilen ve bunu iliklerine kadar hisseden bir mümin gönlün işidir. Bu yüzden dayanışma din kardeşliğinin bir gereğidir.
Bu kardeşlik kan kardeşliğinden daha güçlüdür. Din kardeşliği dünyadaki en büyük birliktir. Devletlerin, güçlerin, ideolojilerin meydana getiremediği birliği ve bütünlüğü dinimiz mümkün kılar. Bir gün Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem “Müminin mümine karşı tutumu tuğlaları birbirini tutan binaya benzer” buyurdu ve ardından mübarek parmaklarını birbirine kenetledi. (Buhârî)
Parmaklar gibi insanlar da birbirine kenetlendiğinde aralarına ayrımcılık, nifak, fitne, düşmanlık giremez. Ayrıca bu kenetlenme onları dışarıya ve düşmanlara karşı güçlü hâle getirir. Birbirine kardeş nazarıyla bakan insanların kalplerinde düşmanlık, fitne, ayrımcılık, hor görme, kibir gibi hastalıklar yer edemez. Aslında müminler için bu dünyadaki dostluğu da, düşmanlığı da belirleyen şey Allah’ın kimi dost ve düşman saydığıdır.
Başka bir hadis-i şerifte ise “Müminler birbirini sevmekte, birbirine acımakta ve himaye etmekte bir organı hasta olduğunda diğerleri de acı çekip uykusuz kalan bir bedenin organları gibidir” buyurulmuştur. (Buhârî). Demek ki mümin dünyanın ücra bir köşesindeki başka bir müminin sıkıntısını kalbinde hisseden kişidir.
Bu dertlenmeyi mümkün kılan millî kültür, gelenek, örf, âdetler değildir. Siyaset, hukuk, ticaret, bilim de değildir. Allah’ın bizleri imanda kardeş kılmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin, Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız.” (Hucûrat, 10)
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur: "Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu düşman eline vermez. Her kim Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Her kim bir Müslümanın bir sıkıntısını giderirse Allah da onun kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Her kim dünyada bir Müslümanın (kusurunu) örterse Allah da kıyamet günü onun (kusurunu) örter." (Müslim)
Evet; insan iman ettiği anda çok büyük bir ailenin parçası olur. Bu ırkları, dilleri, sınırları, ideolojileri, fakirliği zenginliği aşan dev bir birliktir. “Tesânüd” kavramının ikinci anlamını burada hatırlayabiliriz. İman çok farklı mekânlarda ve zamanlarda yaşayan her mümini gölgesinde toplayan muazzam bir sancaktır. Bu sancağın altında Allah’a iman edenler toplanmıştır.
İman kardeşliğinin çarpıcı bir örneği Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin Medine’ye hicret eden Mekkeli sahabîleri önce kendi içlerinde, daha sonra da Ensardan bazı kimselerle kardeş ilân etmesidir. Buna “kardeşleşme” yani “muâhât” denir.
Medineli Ensâr, Muhacirlere kendilerinden daha iyi bakmış, onların ihtiyaçlarını gözetmiş, onlara güç vermişlerdi. Bu kardeşlik sadece yardımlaşma ve görüp gözetmeyle de sınırlı kalmadı. Kardeş olanlar arasında birbirine miras bırakanlar dahi oldu.
Bunu iyi düşünürsek “tekâfül” kavramının bir yansımasını burada görebiliriz. Çünkü “dayanışma” anlamında kullanılan bu kavram “kefâlet” kelimesiyle aynı köktendir. Gerçekten de birbirimize olan maddi ve manevi bağlarımız bir anlamda bir “kefâlet” yani “kefil olma” bağıdır. Yani birisi açığa düştüğünde, sıkıntı çektiğinde, tökezlediğinde hiç yüksünmeden, hatta kimse sormadan hemen ona omuz vermektir.
Dayanışma kuru bir görev veya mecburiyet değildir. Muhabbete dayanan bir güçtür. Tanımasak bile, akrabalığımız olmasa bile, aynı ülkede yaşamasak bile başka bir mümine duyduğumuz sevgiyi veren yine Rabbimizdir. Mevlâmız buyurur: “Müminlerin kalplerini birbirlerine O ısındırdı. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın yine de onların kalplerini (böyle) ısındıramazdın. Lâkin Allah kalplerini kaynaştırdı. Muhakkak ki O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Enfâl, 63)
Muhabbet yaygınlaştıkça kardeşlik, kardeşlik yaygınlaştıkça dayanışma, dayanışma yaygınlaştıkça yardımlaşma güçlenir.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, ashabına hicretin hemen ardından selamlaşmayı yaygınlaştırmalarını, açları doyurmalarını, yakınlarını ziyaret edilip gözetmelerini, mescid ve mektep yapmalarını tavsiye etti. Sahabîler bu tavsiyelere harfiyen uydu, ahlâk hâline getirdi, sonraki nesillere aktardı. Bu bilinç silsilesi sayesinde müslüman toplumlarda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma olguları bu kadar güçlüdür. Bu neredeyse genetik bir duygudur. O kadar ki insanlar misafire ikram etmek, yolcuyu ağırlamak, fakirlerin elinden tutmak gibi hasletlerin aslında sünnete dayandığını bile bilmezler.
Hayırda yardımlaşma
Dinimizde dayanışma iyilik ve takva konularındadır. Kötülükte, düşmanlıkta değildir. Nitekim Rabbimiz buyurur: “İyilik ve takva hususunda yardımlaşın, günah ve haksızlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Mâide, 2). Bugünkü dünyada maalesef hak yolda yardımlaşanlardan daha ziyade şer yolda yardımlaşanlar vardır. Haram yiyenler, haram işlerle uğraşanlar birbirlerine bağlıdırlar. Ama bu bağlılıkları onları ne bu dünyada ne de âhirette kurtaramaz. Zira onlarınki muhabbet değil menfaat kardeşliğidir. Menfaatlerine halel geldiği anda iç içe olanlar birbirlerine düşman olurlar.
İman kardeşliği sadece bu dünyada geçerli değildir. Öte dünyanın kardeşleri bu dünyada da kardeştir. Ama amel bu dünyadadır. Yani bir kalpte şefkat ve merhamet doğacaksa, bir insanda gayret ve yardımlaşma olacaksa, bir kulda fedakârlık ve feragat olacaksa bu dünyada olacaktır.
Yardımlaşma dayanışmanın gereğidir. Kulluğun temel kavramlarındandır. Mümin ailesine, akrabalarına, komşusuna, her insana yardım eli uzatandır. Tanıdığı insanlara yardım etmek insanlık görevidir. Tanımadığı insanlara yardım etmek ise erdemdir. Mümin bu erdemin sahibidir.
Kişi bir arkadaşına, bir dostuna, bir yakınına daha kolay destek verebilir. Çünkü ortak bir duygusu, bağı vardır. Peki, hiç tanımadığı, hiç görmediği ve görmeyeceği insanlara aynı şevkle, aynı fedakârlıkla yardım eli uzatmak nedir? İşte bu, insanın insanlık makamını idrak etmesidir. Tanımadığı insanların acısıyla üzülen, sevinciyle sevinen insan gerçek insandır. Çünkü bu işte ona maddi bir çıkar veya haz yoktur.
Tam aksine, yardım etmek, birine destek olmak, elinden tutmak, yol göstermek insanın kendisini geri plana atması demektir. Kendi rahatını, çıkarını, zevkini, zamanını, parasını, enerjisini geri plana atıp, ön plana bir başkasını koymak demektir. Bu fedakârlığı İslâm haricinde hiçbir seküler felsefe, sistem veya ideoloji sağlayamaz.
Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de; "Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Dünya hayatında insanların geçimlerini aralarında dağıtan biziz. Birini diğerine iş gördürmesi için kimini kiminden zengin kıldık. Rabbinin rahmeti onların topladıkları yığınlardan hayırlıdır." buyurmuştur (Zuhruf, 32).
Demek ki yardımlaşma bir lüks, bir hobi, bir ayrıntı değil, bir görevdir. Zekât örneğinde olduğu gibi bir muhtaca yardım etmek ona bir lütuf değildir. O muhtacın bizim üzerimizdeki hakkıdır. Bunu bilen insan fakirlikten, âfetlerden, hastalıklardan, türlü maddi ve manevi sıkıntılardan dolayı dara düşen insanları görmezden gelemez. Bana ne diyemez. Çünkü yardım eli uzatması onun kulluk görevidir. Gücü neye yetiyorsa, neye erişebiliyorsa...
Dikkat edersek zekât, kurban, sadaka-i fıtır, fidye, kefâret, nezir, karz gibi bütün görev ve iyiliklerin hep kardeşliğe, muhabbete, yardımlaşmaya, paylaşmaya dair olduğunu anlarız. Dinimizde nefsi ıslah yollarının en önde geleni diğer insanları düşünmektir. Yardımlaşmak o kadar mühimdir ki yemini bozmak, ihramda iken avlanma yasağına uymamak, kasten Ramazan orucunu bozmak gibi suçlarda fakirlere kefaret ödemek gerekir. Zaten müslümanlar vermek üzerine uzmanlaşmışlardır. Muhabbet verirler, omuz verirler, el verirler, destek verirler, selâm verirler, gönül verirler, sadaka verirler.
İnfak ehli olmak
Yardım etmeyi sevenler sadaka ve infak ehli olanlardır. Yardım etmede en büyük örnek yine Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ve ashâbıdır. Bir hadis-i şerifi zikredelim:
Ensardan Ebû Talha radıyallahu anhu Medine'nin zenginlerinden idi. Kendisinin en çok sevdiği malı da Mescid-i Nebevî'nin karşısındaki Beyruha denilen bahçesiydi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem oraya gider ve içindeki güzel sudan içerdi. "Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, cennete eremezsiniz." (Âl-i İmrân 92) âyeti nâzil olunca Ebû Talha kalkıp Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin yanına geldi. Dedi ki:
– Allah, Kitabı'nda ‘Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz cennete eremezsiniz’ buyuruyor. Mallarım içinde en sevdiğim Beyruha'dır. O artık Allah için bir sadakadır. Bu sadakanın hayrını ve Allah katında onun tükenmez bir âhiret azığı olmasını umarım. Ya Resûlallah, bu bahçemi istediğin yere sarf et." (Müslim)
Kişi infaktan uzaklaştıkça bencilliğe ve cimriliğe yaklaşır. Bunlar yardımlaşmanın zıddıdır. Cimrilik ile ilgili Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Bunlar cimrilik eden ve insanlara da cimriliği tavsiye eden, Allah’ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen kimselerdir. Biz kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırladık. Ve bunlar Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara gösteriş için sarf edenlerdir. Bir kimsenin arkadaşı şeytan olursa o ne kötü bir arkadaştır! Allah’a ve âhiret gününe iman edip de Allah’ın kendilerine verdiğinden harcasalardı ne olurdu sanki! Allah onların durumunu hakkıyla bilmektedir.” (Nisâ 37-39)
İnfak, yani kendinde olandan vermek bencilliğin ve cimriliğin yegâne çaresidir. Çünkü cimri olan kişi mutlaka kibirlidir, kibirli kişi de mutlaka cimridir. İllâ cebinden değil, kalbinden de bir şey vermeyi sevmez. Almayı sever. Ona bakar.
Meşhur hikâyeye göre Nasreddin Hoca’nın da böyle cimri bir talebesi varmış. Bir gün talebelerini dere kenarına pikniğe götürür. Yerler, içerler. Sonra talebeler dereye girip yüzmek isterler. Cimri talebe yüzme bilmemesine rağmen dereye girer. Birden suyun içinde çırpınmaya başlar. Fakat kendisini kurtarmak için kıyıdan “elini ver” diye bağıranlara elini vermez. Hoca bu durumu görünce dereye koşar. Cimri talebeye bağırır: “Al elimi, al elimi!” diye seslenir. O anda talebe hemen elini uzatıp Hoca’nın elini tutar ve sağ sâlim kıyıya çıkar. “Bizim elimizi niye tutmadın?” diye ona çıkışanlara Hoca; “O cimridir, boğulsa bile elini bile vermek istemez. O yüzden ben 'al elimi' deyince aldı” der.
Sadaka da diğer ibadetler ve iyilikler gibi meşkedilir; yani öğrenilir, alıştırması yapılır. Bu şekilde insanda ahlâk hâline gelir. Onun için kendimizi, ailemizi ve çocuklarımızı sadaka vermeye alıştıralım. Çünkü vermeye alışmayan insan gittikçe kendi çıkarının içine hapsolur. Bir süre sonra da veremez hâle gelir. Allah’ın en nefret ettiği özelliklerden biri olan cimriliğe düçar olur.
Yardımlaşmanın edebi
Yardımı, hayır işlerini ertelemek, geriye atmak çok yanlıştır. Çünkü ecelin nefesi ensemizdedir. “Sonra bakarım, sonra hâlini sorarım, sonra yardım ederim” diye ertelediğimiz işler belki bizim, belki de yardım bekleyen kardeşimizin şartlarının değişmesiyle, en önemlisi de ecelinin gelmesiyle akim kalabilir. O yüzden hayır kalpte doğduğu andan itibaren en kısa zamanda onu yerine getirmeye çalışmalıyız. Nitekim Mevlâmız buyuruyor:
“Birine ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de sadaka versem, iyilerden olsam’ diyeceği zaman gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan sarfedin.” (Münâfikûn 10)
Bir hanım kocasına “Çok zengin olmak istiyorum” demiş. Kocası sormuş: “Niçin?” Hanımı: “Çünkü zengin olunca servetimin yarısını fakirlere dağıtacağım” demiş. Kocası: “Peki, şu anda cebinde kaç lira var?” diye sormuş. Hanımı ufak bir miktar söylemiş. Kocası ona: “Cebindeki o paranın yarısını hemen bir fakire ver. Çünkü şu anda cebindekinin yarısını vermezsen yarın dünyanın en zengini olsan bile veremezsin. Azdan vermeye alış ki çoktan da verebilesin.” demiş.
Gerçekten de zannedildiğinin aksine zenginlerden çok fakirler yardım etmeye yatkındırlar. Fakirler genellikle daha merhametli olurlar. Çünkü garipliğin ve yokluğun ne olduğunu bilirler. Çoğu zengin ise bunu ya hiç tatmamış ya da unutmuştur. Nefsi ona sürekli ne kadar muhtaç olduğunu fısıldar durur. Nitekim Adana’da son depremdeki yıkımdan kurtulan bir kişi öyle söylemiş:
– Bize fakir mahallelerden yardıma gelen çok oldu. Aynı durumda ben onlara yardım eder miydim bilemiyorum.
Hayır duygusunu istismar edenler elbette vardır. Fakat bu bizi vermekten alıkoymamalıdır. Çünkü sadakanın ilk şartı kendi malından bir şeyin çıkmasıdır, ikinci şartı ise isabetli bir yere gitmesidir. İki şartı birden tutturursak ne âlâ, ama alanın durumundan şüphe ediyoruz diye sadakadan tümden uzaklaşmak iyi değildir.
Merhum Mahmud Efendi kuddise sırruhu hazretlerinin bir dervişi bir gün dilencilerden bahsederek; “Efendim ben onlara çok kızıyorum, hiç sadaka vermiyorum” der. Mahmud Edendi kuddise sırruhu o dervişine şöyle cevap verir: “Öyle yapma. Sen yine de ver. İsteyenin gerçekten muhtaç olduğunu düşünüyorsan çok ver. Muhtaç olmadığını düşünüyorsan az ver.”
Yardımlaşma ve dayanışmada da Rabbimizin bize öğrettiği öncelik sırasına uymalıyız. Rabbimiz buyurur:
“Allah’a kulluk edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve böbürlenip duran kimseyi asla sevmez.” (Nisâ 36)
Yardım ederken bu sırayı gözetmeliyiz. Muhtaç durumda olanlara yardım etmek öncelikle yakınlarının görevidir. Hatta Hanefî mezhebine göre akrabası başka dinden olanlar için bile bu sorumluluk geçerlidir. Eğer muhtaç kişinin akrabaları yoksa ya da onların yardımı yetmiyorsa o zaman görev bütün topluma ve devlete düşer. Bu yardım ve sadaka duygusu bu ilk halkalardan dışarıya, bütün dünyaya doğru uzanır. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem hicretin beşinci senesinde baş gösteren kıtlık üzerine, kendisini hicret etmeye mecbur bırakan Mekkelilerin yardım isteğine olumlu cevap vermiştir.
Yardımlaşma illâ somut şeylerle değildir. Yardımlaşma illa cepten değil, kalpten olur. Çünkü cepten vermeye bizi yönelten de nihayetinde kalbimizdeki iyilik niyetidir. Eksik olanı tamamlamak, açık olanı kapatmak, mahzun olanı güldürmek, sıkıntıda olanı ferahlatmak, kusurunu örtmek, hayrı tavsiye etmek, şerden kaçındırmak hep yardımdır. Bir kardeşimizin derdini dinlemek, ona tebessümle yaklaşmak bile büyük yardımlardır.
Dayanışmanın
kurumsallaşmış hâli
Dayanışmanın ve yardımlaşmanın kurumsallaşmış hâli vakıftır. Vakıf almaktan ziyade vermekten zevk alan insanların işidir. Bizzat Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin başlattığı bir gelenektir.
Vakıf, bir insanın servetinin bir kısmını Allah rızası için halka hizmet olarak bağışlaması demektir. Vâkıf, yani vakfı kuran kişi yardım ettiği insanları tanımaz bile. Böyle bir feragat duygusu ancak kulluk samimiyetinden gelebilir. Bizim geleneğimizde camilerden medreselere, dergâhlardan çeşmelere, devlet binalarından çarşılara kadar vakıf olmayan bir şey yoktur.
Konusu çok ilginç olan vakıflar da vardır. Meselâ Gaziantep’te bir hanım düğün yemeği için kap kacağı olmayanlara bakır kazan, tencere tava vermek için bir vakıf kurmuş. Bursa’da bir adam insanlar gelsin, ferahlasınlar diye büyük bahçesini vakfetmiş.
Zengin olmamasına rağmen vakıf kuranlar da vardır. İstanbul Fatih’teki Sankiyedim Camii buna bir örnektir. Osmanlı zamanında fakir bir adam bir mescid yaptırmayı çok istiyormuş. Canı her yemek istediğinde “sanki yedim” diyerek kuruşları bir kenara biriktirmiş. Yıllar içinde azar azar biriktirdiği paralar ile bugün hâlâ ayakta duran bu mescidi yaptırmış.
Yardımlaşma ve dayanışmada önemli bir boyut da gönüllü olmasıdır. Zorla güzellik olmaz. Haraç keser gibi veya bir kulübün aidatı gibi yardım toplamak olmaz. Dinimizde hayır işleri gönülden yapılmalıdır. Yoksa bereketi de olmaz. Çünkü sonuç kadar, hatta ondan daha önemli olan şey usûlüdür. Bir şey doğru yoldan yapılmadıkça o şeyden hayır çıkmaz.
Mevlâ bizi din kardeşlerine cömertlik edenlerden, zor günlerinde onlara el uzatanlardan, sıkıntılarını giderenlerden eylesin.