Aramak

Rehbersiz Yol Gidilir mi?

Rehbersiz Yol
Gidilir Mi?

Nasıl ki ders hocasız, tıp tabipsiz olmuyorsa din de öğretensiz ve örneksiz olmaz. Eğitim için çocuklarımızı okul yerine neden kütüphaneye göndermiyorsak, insanları dinlerini öğrenmeleri ve yaşamaları için sadece kitaplara yönlendirmek de hatalı bir tavırdır. Çünkü din kitaptan değil, bilip yaşayandan öğrenilir.

Peygamberler hariç, tüm insanlar ıslaha, ihyâya, iflaha, imara, yani irşada muhtaçtır. İlâhî hikmetin gereği bir insanı ancak bir insan kurtarabilir. Bunu derken kurtuluş silsilesi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme dayanan ve hayatta olan bir insan-ı kâmilin yardımını kastediyoruz. İnsan muhtaçtır derken de böyle kâmil bir kimsenin ikmaline, böyle bir mimarın imârına, böyle bir ârifin irfanına, kısacası böyle bir mürşidin irşadına muhtaç olduğunu söylemek istiyoruz. 

Gel benimle yürü

İnsanlara istediğiniz kadar ilim öğretin, istediğiniz kadar anlatın, yazın, okuyun, konuşun... Nihayetinde bütün bunlar tek başına insanın zahirî ve batınî düşmanlarından kurtulmasına yetmeyecek. Yani bildiklerimiz yanıldıklarımıza yetmeyecek. 

Bütün anlatılanların sonunda her şey sanki şu soruda takılıyor: “Peki bütün bunları nasıl yapacağım?” Yerine göre “nasıl?” sorusu “ne?” sorusundan daha önemlidir. Bu sorunun cevabını vermek, cevabı eyleme dönüştürmek, yapmak “ne?” sorusunda olduğundan daha zor. 

Yine bu soruya sadece sözle cevap vermek de yeterli değildir. Bu tür sorulara “geç karşıma da anlatayım” şeklinde değil de Hızır ve Mûsâ aleyhimesselamın kıssasında olduğu gibi “gel benimle yürü” diyerek ve bizzat yaşatarak cevap verilir. 

Onların usulü önce ikna edip sonra yola çıkarmak değil, önce yola çıkarıp yolda anlamasını sağlamaktır. Bunun için insana kulaktan değil gönülden bir dokunuş lazımdır. Bu dokunuş da sözle değil muhabbetle yapılır. Bundan dolayı insan kendisini kurtaracak bir eli sımsıkı tutmalıdır. Âlimlerin ve velîlerin hayatları bize bunu söyler. Onların hayatları bir dokunuşla ve ardından gelen terbiye ile değişmiştir. Sonra her biri birer Allah dostu olmuştur.

Mesela Şems-i Tebrîzî hazretleri Celâleddin’e dokununca Mevlânâ ortaya çıkmış. Taptuk Emre hazretleri Yunus’a dokununca Âşık Yunus bir derya olmuş. Emir Külâl hazretleri Bahâeddin’e dokununca kalpleri nakşeden Şâh-ı Nakşibend olmuştur. Daha nice âlim ve velî, mürşidine teslim ve tâbi olup bu dünyada güzel bir iz bırakıp gitmiştir. Hak Teâlâ onların sırlarını âli eylesin.

Nasıl ki ders hocasız, tıp tabipsiz olmuyorsa din de öğretensiz ve örneksiz olmaz. Eğitim için çocuklarımızı okul yerine neden kütüphaneye göndermiyorsak, insanları dinlerini öğrenmeleri ve yaşamaları için sadece kitaplara yönlendirmek de hatalı bir tavırdır. Çünkü din kitaptan değil, bilip yaşayandan öğrenilir. Bilenler de kitaplarda yazanı yaşayan, uygulayan ve bildikleri ile amel eden insan-ı kâmillerdir. Karşı tarafın şeytan gibi canlı bir hocası varken, isteyene hoca olarak sadece kitapları sunmak insafsızlıktır.

Kendi kendimize yetebilir miyiz?

İnsan belki kendi gayretiyle birtakım güzel işler yapabilir. Ancak bu gayretinin istikrar bulup istikamet üzere olabilmesi, kalbin hastalıklardan kurtulup ihlâslı bir hale gelmesi, nefsin hilelerine karşı sağlam durabilmesi için muhakkak desteğe ihtiyacı vardır. 

İnsan, saçı biraz uzadığında belki kendisi makasla ucundan kırpıp alabilir ama adamakıllı bir tıraş olacaksa berbere muhtaçtır. Aracının yağına, suyuna belki kendisi bakabilir ama her yönüyle sağlam bir bakım yaptıracaksa ustasına muhtaçtır. 

Dünyevî ihtiyaçları için bütün bunları makul görüp kabul eden insan, ne var ki mevzu ebedî saadeti olduğunda kendisinin yeterli olduğunu, bir başkasının desteğine ihtiyacı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliyor. 

Aslında insan, hayatının pek çok alanında başka insanlara muhtaç olduğunu kabul eder ve buna göre davranır. Doğduğu andan öldüğü ana kadar her an acziyet içerisindedir ve sebepler âlemi olan bu dünyada başka insanlara muhtaç olarak yaşar. Doğduğunda ana babasının bakımına, ilim öğrenmek için hocasının bilgi ve tecrübesine, hastalandığında doktora, sıkıntılı dönemlerinde yakınlarının desteğine, bir çıkmaza girdiğinde büyüklerinin istişaresine muhtaçtır. 

Doğduğunda “bana bakmayın, ben tek başıma büyürüm” demeyen çocuk, “bana hoca ve okul gerekmez, bana kütüphane yeter” demeyen talebe, “bana doktor gerekmez, ben kendi kendime çaremi bulup iyileşirim” demeyen hasta, “benim kimsenin görüşüne ve desteğine ihtiyacım yok, bu zor durumdan kendim çıkarım” demeyen insan; nasıl olur da hakkında çok az bilgiye sahip olduğu, nefs ve şeytan gibi azılı düşmanlarla dolu olan Hak yolunda bir mürşide, bir yol göstericiye, bir üstada ihtiyacı olmadığını söyleyebilir? 

Hayatlarıyla güzel ahlâkın numunesi olan bu kadar âlim ve velî bir mürşide teslim olmakla hata etti de “buna gerek yok” diyen mi isabet etti? 

Hayatları boyunca Kur’an ve Sünnet çizgisinden ayrılmamış, milyonlarca insanın Hak yola girip ebedî saadetine vesile olan bu büyük insanlar yanlış yolda da; “ben Kur’an ve Sünnet’i tek başıma yaşar, nefs ve şeytanla tek başıma mücadele ederim” diyen cahil mi doğru yolda? 

Mademki tek başına akıl, bilgi, göz, kulak doğruyu bulmak için yeterli, o halde dünyanın bu hali neyin nesi? Her türlü bilgiye ve imkâna rağmen bu huzursuzluk nasıl izah edilebilir? 

“İrşad için hayatta olan mürşide neden ihtiyaç olsun, nihayetinde Kur’an-ı Kerim ve Peygamber’in Sünneti ortada değil mi” diye soran birine şöyle cevap verilebilir:

Zaten bütün mesele insanı Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye sevketmektir. Hastalıklara hangi ilaçların iyi geldiği aslında tıp kitaplarında yazılı olduğu halde neden o kitaplara doğrudan başvurup çaresine kendimiz bakmıyor ve bir doktora gidiyorsak, mürşid-i kâmiller de Kitap ve Sünnet’te olanları insanlara tatbik ederler. İnsanlara kanlı canlı misal olurlar. 

“Nefsim, ilmim, itibarım, aklım” diyenler yaya kalmış; nefsini, ilmini, itibarını, aklını mürşid-i kâmile bağlayanlar dağları aşmıştır. Böylece zâhiren ayaklar altına serilen cevherler zirveye doğru hızlıca yol almıştır. 

Burada bir hikmet saklıdır. İnsandan evvela vermesi beklenir. Yani önce hiç olması istenir. Ne var ki, insanların çoğu önce vermek istemezler. İnsan sabırsız ve acelecidir. Nefsin istekleri ısrarcı, şiddetli ve karşılığı da peşin olduğu için insanlar nefslerine uymaya meylederler. Mürşidler ise müridlerine önce vazgeçmeyi öğretirler. Aslında şeriatın da istediği budur. Hak Teâlâ âhiret karşılığında belli ölçüde dünyadan vazgeçmelerini, cennet karşılığında haram hazlardan uzak durmalarını, kulluğa devam edip sabretmelerini istemiştir. 

Bu vazgeçiş hakiki manada vazgeçiş değildir. Hak için dünyadan vazgeçen hakikatte dünyaya da hükmeder. Dünyaya hükmettiğini zannedenler ise hakikatte onun esiridirler. 

Mürşid-i kâmiller müride dışarıdan bir şey vermez, aksine onun zâtında olan şeyi meydana çıkarır. İnsan içinde büyük bir yetenek taşır, bu yeteneğin ortaya çıkarılması için ustası tarafından işlenmesi gerekir. Mevlânâ hazretlerinin, “Odun yanınca kül, insan yanınca kul olur” sözünde ifade ettiği üzere insanın yanmaya ihtiyacı vardır.




Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy