Aramak

Tarih

Sultan II. Abdülhamid Han, Filistin’de bir Yahudi devleti ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde bir Ermeni devleti kurma hayallerini suya düşürdüğü Ermeni komitacılar ve Siyonist Yahudiler tarafından hedefe konulmuş bir padişahtır. Her iki grup da Sultan’a karşı Avrupa merkezli basın yoluyla kara propaganda başlatmışlardı. Özellikle Siyonistler, Avrupa medyasında sahip oldukları güç ve etkiyle Sultan aleyhinde yazılar yazdırıyor, bugün de ulaşabileceğimiz aşağılayıcı karikatürler çizdiriyorlardı. İşin vahim tarafı ise Osmanlı içinde muhalif bir hareket başlatan İttihat ve Terakki Cemiyeti de bu kara propagandanın silahlarını kendi iktidar mücadelesi içinde kullanmakta tereddüt etmiyordu. Sonuç olarak, deyim yerindeyse kırk çakal, türlü ihanetlerle devirdikleri Sultan’ın postundan kendilerine birer post çıkarmış oldu.


Sultan II. Abdülhamid Han ve Yahudiler arasındaki ilişki, onun saltanatı boyunca hep gergindi diyebilir miyiz? 

Hayır, diyemeyiz. Sultan Abdülhamid Han, Osmanlı Devleti’nin yani koca bir imparatorluğun sultanıydı. Bu imparatorluğun sınırları içinde farklı dinlerden, ırklardan insanlar vardı. O Müslüman tebanın olduğu kadar Yahudilerin ve diğerlerinin de sultanıydı. O yüzden Sultan için “Yahudilerle münasebeti Filistin meselesi nedeniyle hep gergin, hep sıkıntılı olmuştur” diyemeyiz. Bu çok kaba bir tanımlama olur. Bir de burada Yahudi milleti ile Siyonist Yahudileri birbirinden ayırmamız lazım. Çünkü Yahudi teba farklı, Siyonist Yahudiler ise çok daha farklı bir konudur. Abdülhamid Han zamanında İstanbul Musevî Cemaati’nin Hahambaşılığı görevini yürüten Haham Moşe Levi, 1872 yılında bu göreve gelmiş ve 1908 darbesinde Abdülhamid Han tahttan indirilince görevini Haim Nahum’a devretmek zorunda kalmıştır. Yani Sultan, saltanatı boyunca Musevî tebasının başında hep aynı ismin kalmasına izin vermiştir. Moşe Levi de Sultan ile hep iyi ilişkiler kurmuş ve Siyonistlerle arasını hiçbir zaman iyi tutmamıştır. Hatta Siyonizm’e karşı olduğu için İttihatçı kadro tarafından görevden alınmış, yerine İttihatçı ekipten olan ve Siyonist olduğu bilinen Haim Nahum getirilmiştir. Bütün bunlara ek olarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki eldeki pek çok tarihî veri ve tanıklıklar bize Sultan ile Yahudilerin ilişkisinin gergin olmadığını gösteriyor. 

Sonradan ortaya çıkan ya da çıkartılan bu gerginliğin ana sebebi neydi?

Öncelikle şuradan başlamak lazım: Sultan II. Abdülhamid Han tahta çıktığında Yahudilerin gücünün farkındaydı. Dünya basınında ve finans sektöründe söz sahibi oldukları sır değildi. O dönemde yaşayan ve dünyayı az çok takip eden her devlet adamı bilirdi ki, birçok devlet adamı Yahudi kökenli küresel para baronlarının avuçlarının içindeydi. Bu gerçeği gören Sultan Abdülhamid Han, Yahudi cemaati ve diasporadaki Yahudilere karşı uzun süre ılımlı bir politika izledi. Kendi tebası olan Yahudiler için zaten onların Sultanı idi. Ve âdil, merhametli bir sultan nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranıyordu. Hahambaşı Moşe Levi’yi huzuruna kabul ettiğinde ona hediyeler veriyor ve bir Sultan olarak merhametini ve himmetini gösteriyordu. Mümkün mertebe Siyonistlerle de karşı karşıya gelmemeye çalışıyordu. 

Fakat onun bu çabası bir türlü istediği sonucu vermiyordu. Çünkü Sultan’la bağlantı kurmak isteyen Siyonist Yahudilerin ondan tek bir istekleri vardı: Filistin’de toprak! Abdülhamid Han’ın bunu kabul etmesi ise mümkün değildi. Aslında küçük bir toprak parçası ile başlayan bu talebin nereye kadar gidebileceğini gayet iyi biliyordu. Hasta gördükleri bir devlet üzerinde canlı canlı ameliyat yapmaktan başka bir şey değildi bu. 

İşte bu isteğin bir baskıya dönüşmesi üzerine Abdülhamid Han ve Siyonist Yahudiler arasındaki iletişim bir aşamadan sonra gerilmiştir. Hatta Theodor Herzl’in Sultan’ın huzuruna çıkmasına aracılık eden isimlerden olan Hahambaşı Moşe Levi, bu aracılık sonrasında çok pişman olsa da uzun süre Sultan’ın şiddetli muhalefetine maruz kalmıştı. Çünkü Herzl bu görüşmede Abdülhamid Han’dan toprak talebinde bulunmuş ve karşılığında büyük bir meblağ ödemeye hazır olduklarını söylemişti. Hahambaşı Moşe Levi, defalarca Sultan’dan özür dilemiş ve Herzl’in böyle bir teklifle huzuruna geleceğini bilmediğini samimi olarak beyan etmişti. Hahambaşı’nın özrünü sonunda kabul eden Sultan, onun zaten Siyonizm’e karşı olduğunu bildiği için özründeki samimiyete bir noktadan sonra inanmıştı. Bunun ispatı olarak hahambaşılık görevine devamını sağlamasını örnek gösterebiliriz. 

Siyonistlerin toprak talebi geri çevrilince II. Abdülhamid Han’a karşı tavırlarında ne gibi değişme oldu?

Toprak taleplerinin geri çevrilmesinden daha kötü olan bir şey daha vardı aslında. O da Sultan Abdülhamid Han tahtta olduğu müddetçe bu hayallerine kavuşamayacakları gerçeği idi. İşte Herzl ve etrafında toplanan Siyonist Yahudi kadro bu gerçeği görünce o ana kadar siyasî ve ekonomik bakımdan istedikleri çizgiye çekmeye çalıştıkları Sultan’ın artık devletin başında olmaması gerektiğine karar verdiler. Sultan onlara “Canlı bir beden üzerinde ameliyat yapmak istiyorsunuz, ancak ben buna müsaade etmem!” diyerek cevap vermişti. Böylece bütün kapıları sert ve net bir şekilde yüzlerine kapamıştı. Bu nedenle bir daha Sultan’a gitmeye, diplomatik yollarla onu ikna etmeye çalışmaya çok da gerek kalmamıştı. Bundan sonra saf dışı bırakılmasına karar verilen Sultan için işbirlikçileri devreye sokulacaktı. Yani muhalefet desteklenecekti ki bunlar hem ülke içindeydiler hem de bazı Avrupa devletlerinde sürgün ya da kaçak olarak yaşamaktaydılar. Bunun dışında ellerinde bulunan küresel medya gücü sayesinde Sultan hedefe oturtulacak, yıpratılmaya ve etrafında etkili bir muhalif kitle oluşturulmaya çalışılacaktı. Medya aracılığıyla sistematik olarak Sultan’a iftiralar atılacak, ondan ve yönetiminden zalim olarak bahsedilecekti. 

Fakat bütün bunlar yeterli değildi. Özellikle iç muhalefet çok iyi kullanılmalıydı ve en güçlü muhalif unsurlar desteklenmeliydi. Bu aşamada da Jön Türkler devreye sokuldu. Yahudi cemaatinin önde gelen liderleri aracılığıyla 1860’lardan beri onları yakından tanıyan ve takip eden Siyonistler, Jön Türk hareketine yabancı değillerdi. Hedeflerini gayet iyi biliyorlardı ve düşman da ortaktı. Bu ortak düşman algısından yararlanarak kolayca sahaya sürülebilecek durumda olan bu grubu kullanmak zor da değildi. Theodor Herzl, çare olarak gördüğü bu son planını devreye sokmakta tereddüt etmedi: “Sultan’a karşı bir kampanya açmalı. Bu iş için de sürgünde bulunan prensler ve Jön Türklerle temas kurulmalıdır.” dedi.

Bu süreçte ilginç bir şahsiyetle, ünlü Türkolog Arminius Vambery ile karşılaşıyoruz. Vambery kimdi, Abdülhamid Han’la ilişkisi neydi? 

Arminius Vambery, İstanbul’a ilk geldiğinde önce Macar İsmail Paşa’nın ardından da muhalif kimliğiyle tanıdığımız Hüseyin Daim Paşa’nın konağında kalır ve onların çocuklarına Fransızca öğretir. Ancak Vambery sadece bir gezgin ya da ünlü bir Türkolog değildir. Orta Asya’ya sahte bir derviş kılığında yaptığı gezi, onun asıl kimliği hakkında bize önemli ipuçları verir. Bu geziyi İngiliz istihbaratı için yapan Vambery, aslında Ruslara karşı bir İngiliz ajanı olarak çalışıyordu. 

Fakat onun asıl özelliği16 dil bilmesi, 38 kitap yazması, bilim dünyasında adını kabul ettirmiş bir profesör olması, Jön Türklerin akıl hocası olarak bilinmesi ya da İngiliz ajanı olması değil, Siyonizm’in ilk ajanı olmasıdır. İşte Vambery ve Theodor Herzl’in kesiştiği ortak nokta da budur. Sultan II. Abdülhamid Han ile Herzl’in görüşmelerine aracılık eden en önemli isim de kuşkusuz Vambery’den başkası değildi. 

Abdülhamid Han uluslararası basın aracılığıyla nasıl hedef alındı? 

1896-1902 yılları arasında İstanbul’a beş defa gelen ve Sultan ile yaptığı görüşmede istediği sonuca ulaşamayan Herzl ve Siyonistler, muhalifleri destekleme kararlarına uygun olarak İttihatçılara destek veriyorlardı. İkinci aşamada da ellerindeki basın gücünü kullanarak Sultan aleyhinde büyük bir kara propagandaya başladılar. Le Rire, Le Musee De Sires, L’Assiette au Beurre, Masques De Sires, Le Pelerin ve Masqes Souverains gibi Avrupa gazetelerinin sayfalarına taşınan Sultan, hem “diktatör” hem de “eli kanlı bir katil” olarak gösteriliyordu. İçerideki ve dışardaki basın ortak bir dille hareket ediyordu ve gazetelerin sayfalarına düşen karikatürlerin tamamında Sultan “kanlı eller” ve kestiği “Ermeni kafaları” ile resmediliyordu. İttihatçıların da destek verdiği ve yer yer kullandığı bu propaganda savaşında Ermeniler ve Fransızlar da yer alıyordu. Neticede Avrupa basınında kanlı diktatör olarak resmedilen Abdülhamid Han artık “Kızıl Sultan” olarak tanınmaya başlanmıştı. Bu lakabı Sultan’a yakıştıran ilk kişi ise Ermeni yanlısı olarak bilinen Fransız tarihçi Albert Vandal’dan başkası değildi. Yine Paris’in en etkili gazetelerinden olan Le Rire, 29 Mayıs 1897’de Sultan Hamid’i manşete taşıyacak ve ondan kan dökücü bir zalim diye bahsedecekti. Bugün internette arama yaptığınızda, Abdülhamid Han aleyhinde çizilen bu ve benzeri karikatürleri rahatlıkla görebilirsiniz. 

Bu kara propagandanın asıl sebebi
Filistin miydi?

Elbette. Fakat Ermenistan hayalini de hatırlamak lazım. Yahudiler Filistin’de, bağımsızlık hayaliyle tutuşan Ermeniler de Doğu Anadolu Bölgesi’nde devlet kurmak istiyorlardı. Bu planın gerçekleşmesini engelleyen isim de Sultan Abdülhamid idi. Doğal olarak bu engelin ortadan kalkması gerekiyordu. Sultan, tahta çıktığı ilk günlerden itibaren Ermenileri takip ediyordu. Onların Avrupalı devletlerle iş birliği yaptığını biliyor ve başarıya ulaşmamaları için de devlet olmanın gereğini yerine getiriyordu. 1890 yılında hükümeti uyaran Sultan, Ermenilerin faaliyetlerini şöyle haber veriyordu: “Bir süreden beri müstakbel Ermenistan’ın sınırları çizilmek isteniyor. Oysa Ermenilerin oturdukları yer, Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgedir. Buraya Ermenistan denilecek hiçbir işaret yoktur. Burada istenen, ıslahat adı altında bir Ermeni devletinin kurulmasıdır. Bu kesinlikle mümkün değildir.” 

Ayrılıkçı Ermenilerin faaliyetleri hangi
tarihte hız kazanmıştı?

Ermeniler özellikle 93 Harbi’nin ardından çetecilik ve terör faaliyetlerine hız vermişlerdi. Bu çalışmaların bir neticesi olarak Cenevre’de Hınçak ve Tiflis’te Taşnak cemiyetlerini kurdular. Bu cemiyetler kurulduktan sonra çeşitli şiddet ve terör eylemlerine imza attılar. Abdülhamid Han, terör üreten cemiyetleri yakından takip ettiği için kimin ne yaptığını çok iyi biliyordu. Bu örgütler sadece Müslümanlara yönelik saldırılarda bulunmakla yetinmiyorlardı. Davalarına destek vermeyen İstanbullu bazı zengin Ermeni iş adamlarına da suikastler düzenlemişlerdi. Ermenilere karşı “Kellemi veririm Doğu Anadolu’yu vermem!” diyen Sultan Abdülhamid Han, Siyonist Yahudilerden sonra doğal olarak Ermeni komitacılarının da hedefi oldu böylece. 

Sonuç olarak Avrupa medyasında karşımıza çıkan “eli kanlı diktatör”, “cani”, “Ermeni katili”, “Kızıl Sultan” imajlarının altında yatan asıl sebep bu iki grubun isteklerinin Sultan tarafından tartışmasız ve net bir şekilde reddedilmesi idi. Ancak burada asıl acı verici olan hakikat, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de haksız ve gerçek dışı olduğunu bildiği bu kara propagandaya katılması ve kendi iktidar mücadelesi için bunu kullanışlı bir malzeme olarak görmeleridir diyebiliriz.




Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy