Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri.
Bakırın, çelik gövdelerin, acımasız yüreklerin.
Demir ateşten, tunçtan ve uranyumdan dalların.
Kurşundan çiçeklerin şehri.
Gülle kusuyor ana rahmi
Bomba parçalanıyor beynini içeriyor.
Tanklar saldırıyor evlere bir anda ev yok tank var
Uçak var gök yok küçültme var
Ve kimi karşı bütün bunlar
Masum insanlara karşı
Ve kim tarafından bütün bunlar
Roma'nın, Babil'in, Asur'un ve Firavunların
Ve güzel milletlerin zulmünü görenler tarafından
Zalime olan öcünü mazlumdan almak
Zalim olmak ve en zalim olmak
Ve artık ne İbrahim ne Yakup ve ne Musa var
Tersinden okunan Tevrat kararı
Karaya'daki Mezmurlar
Ve Kudüs şehri. İçiyle ve ruhuyla suskun
Göklere kaçmış hayaliyle
Bir pervane gibi vurmuş gönlüyle
Bir başka âleme göçmüş hakikati
60 Yıllık “Felaket”
Geçtiğimiz ay İsrail'in büyüme oranlarının 60. yıl dönümündeydi. İsrail gösterişli toplantılarla kutladı bu gün. Amerikan Başkanı Bush da İsrail'deydi. İsrail meclisinde yaptığı konuşmada Amerika'nın İsrail'in en büyük müttefiki ve dostu olduğunu anlattı. İsrailliler de “Bush gibisi yok..” dediler.
Aynı gün Filistinliler çok farklı bir şekilde andılar. Büyük devletlerin başkanlarıyla fotoğraf çektirdiler. Odaların konuşmalarını izlemek için salonları doldurmadılar. Yalan, hile, yıkım ve şehitlik üzerine kurulu bir başka yılı kutlamak için sahte pozlar yazarlar. Bu kara günde barış mesajı kendilerini kandırmadılar.
Bunun yerine çok basit ama çok anlamlı bir şey yaptılar: gökyüzüne siyah balonlar saldılar. 1948 yılında dünyalarının nasıl karar verdiğini anlattılar. Evlerinden nasıl zorla düştüklerini, bağ-bahçelerini nasıl kaybettiklerini, yahudi askerler ve yerleşimciler tarafından nasıl aşağılandıklarını anlattılar.
Yıllardır kaybettikleri binlerce çocuğu, genci, anayı, babayı, dedeyi, kız kardeşi, halayı, teyzeyi hatırlayanlar. Gözyaşları içinde vakalarını ve namuslarını nasıl koruduklarını anlattılar. Hava saldırılarına, “kauçuk mermilere”, kol kırmalara, ev yıkımlarına, tacizlere, aşağılanmalara altmış yıldır nasıl direndiklerini anlattılar. Olanı biteni seyreden, hiçbir şey yapmayan, yapmak isteyenleri terörist ilan eden dünyaya karşı nasıl onurla ayakta durduklarını anlattılar.
Bu altmış yıllık tarihe Filistinliler “nekbe” yani felaket adını veriyor. İsrail'in “bir ulusun doğuşu” diye kutladığı 60. yıl, Filistinliler için 60 yıllık bir felaket, yıkımı, olayları ifade ediyor. Hayatını dini, vatanı ve namusu için yiğitçe veren binlerce şehidin tarihi bu altmış yıl. Dünyadaki dört bir arada yaşanan yüzbinlerce Filistinli mültecinin hayat hikayesi bu 60 yıl içinde.
Ama bu altmış yıl aynı zamanda ahlâkın sükut ettiği, insanlığın karar verdiği, devlet başkanlarının nüfusu içinde hıyanete ve dalalete düşen bir dönem. Bir ulusun yok olduğu, topraklarının işgal edildiği, zeytin ağaçlarının söküldüğü, tarihlerinin silindiği, duvarlara hapsedildiği bir altmış yıl bu.
Yarım asırdan garantili Filistin topraklarını kana bulayan İsrail, bugün 60. yüzyılda herkesin kendisini meşru bir devlet, iyi bir komşu, hatta müttefik olarak görmesini istiyor. Geçmişi unutun diyor. Bugünkü değişimci politikalarının görülmezlikten gelindiğini söylüyor. Filistinlilerden kurtulmaya çalışıyor; bana yardımcı olun diyor. Kalan Filistinlileri alın, Ürdün, Lübnan, Suriye ve diğer Arap ülkelerine gönderin diyor.
Ben “vadedilmiş topraklar”ın tamamına ve daha fazlasına sahip olayım. Onun tür güvencesi olsun. Ortadoğu'nun en güçlü ordusuna sahip olma olayım. Bölgedeki tek nükleer güç ben olayım. Genişliğin zamanının hava işgalideyim; kimse bana bir şey demesin. Onun tür haksız ve kanunsuz eylemi BM Güvenlik Konseyinde ABD tarafından hasıraltı edilsin. İşte o zaman barış olur. İşte o zaman Ortadoğu'da huzur, güvenlik hatta refah olur.
İsrail'in barış formülü bileşiminden oluşur. Bunu barış diye kabul edenleri tarihi unutmayacaktır. Buna tutan çanakları insanlığı unutmayacaktır. Altmış yıllık felaketi yok sayanlar bir gün mizan-ı ilahîde hak ettiklerinin karşılığını bulurlar.
Halil AKGÜN
- HAZİRAN 2008
Onlar Bunu Hep Yapar
Bugünlerde yaramız, acımız, iç yangınımız Gazze’de yaşanan zulüm. Ve tabii ki gündemimiz... Din, tarih, siyaset adına bu zulmün tarifi yapılmaya çalışılıyor. Herkesin uzlaştığı anahtar kelime “Yahudi”.
Yahudi, Kuran-ı Kerim’de de en çok bahsi geçen millettir. Özellikle Hz. Musa aleyhisselamın kendi milleti olan Yahudilerden neler çektiği anlatılır. Allah’ın verdiği nimetlere karşı, bu milletin yaptığı akla ziyan nankörlük hayretle hatırlanır.
“Yahudi” birçok şeyi çağrıştıran bir kelime… Mağrur, şükürsüz, ahde vefa göstermeyen, sözünde durmayan, fitne ve fesatta peygamberlerini bile öldürmekten çekinmeyecek kadar ileri gitmiş bir milletin adı. Adeta “nefs-i emmare”nin millet olarak tezahür etmiş hali.
Bu noktadan hareketle lafı fazla uzatmak, malumu ilan etmekten başka bir şey değil. Ancak, kendi milletinin yaptıklarını kabullenmeyen, meşru görmeyen, tıpkı kendine yapılan zulümlerden acı çektiği gibi dindaşları tarafından yapılan zulümden de acı çeken Yahudilere kimsenin bir diyeceği olamaz. Osmanlı’nın kendilerine yaptığı iyiliği minnetle hatırlayan, zulmün her türlüsüne tavır koyan pek çok Musevi vatandaşımız var bizim.
İşin bu tarafını göz ardı etmeden, Yahudi milletini bir de Mesnevi’den okumak lazım.
Mevlâna hazretleri, Hz. İsa aleyhisselama iman edenleri yok etmek için Yahudi padişahı ile vezirinin kurdukları tuzağı anlatır. Mesnevi’nin birinci cildinin 350’nci beytinden 768’inci beytine kadar anlatılan bu hikâye şöyle başlar:
“Yahudiler arasında zalim, İsa düşmanı ve Hristiyan öldüren bir hükümdar vardı. Peygamberlik zamanı ve nöbeti İsa aleyhisselamındı. Musa aleyhisselam devri geçmişti. Öyle olmakla beraber o, Musa’nın; Musa da O’nun ruhu mesabesindeydi.
O şaşı hükümdar, Allah yolunda iki yoldaş olan Musa ve İsa’yı birbirinden ayrı gördü. Yahudi hükümdar kalbindeki kirliliğin kini ile o kadar şaşı oldu ki, aman ya Rabbi, sana sığındık! Ben Musa dininin koruyucusu ve yardımcısıyım diye yüz binlerce mazlum mümini öldürdü. Yahudi hükümdarın sapık ve hileci bir veziri vardı ki, hile ile suyun üstüne düğüm vururdu.
Bu vezir dedi ki, Hristiyanlar canlarını kurtarmak için dinlerini hükümdardan gizlerler. Onları öldürme, öldürmenin faydası yok. Din, misk ve od ağacı değildir ki, kokusu olsun da anlaşılsın. Hükümdar vezire sordu: ‘O halde ne tedbir alalım? Bu hilenin, bu yalanın -yani Hristiyanlığın- yayılmasına mani olmanın çaresi nedir? Ta ki dünyada dinini ilan eden yahut gizleyen bir tek Hristiyan kalmasın.’
Vezir dedi ki: ‘Şahım, kulağımı ve elimi kestir, burnumu ve dudağımı yardır. Ondan sonra beni darağacının altına getir. O sırada bir aracı çıksın ve senden affımı istesin. Bu işi tellal çağrılan, kalabalık olan dört yol ağzı bir meydanda yaptır. Ondan sonra beni yanından uzaklaştır ve uzak bir şehre sür ki, Hristiyanlar arasında şer ve fitne çıkarayım.”
Mesnevi’deki hikâye böyle devam eder gider. Merak edenleri Mesnevi’ye havale ederek, kıssadan çıkan hisseyi söyleyelim: “Yahudiler bunu hep yapar.” Ancak bugün biraz farklı. Hilenin, tuzağın yanı sıra bütün bir İslâm dünyasına hatta dünyaya küstahça bir meydan okuma da var.
Akif GÜLER
- ŞUBAT 2009
Uluslararası Sistemin İflası
İsrail’in 27 Aralık 2008’de Gazze’ye karşı başlattığı savaş, sözüm ona modern medeniyetin geldiği noktayı çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Gazze 2009 katliamıyla uluslararası sistem iflas etmiş, ahlâk sükût etmiştir. Bundan sonra hiçbir Avrupalı ya da Amerikalı çıkıp bize insan hakları, demokrasi, iyi yönetim, barış, vs. dersi veremez. Bu kavramların ne kadar anlamsız olduğunu, “uluslararası topluluğun” bir yalandan ibaret olduğunu Gazze’deki çocuk cesetlerinin üzerinde gördük.
Küresel zulüm sisteminin en büyük yıkımlarını İslâm topraklarında gerçekleştirmesi bir tesadüf değil. Zira bundan bin yıl önce olduğu gibi bugün de tarih, İslâm topraklarının da içinde olduğu Avrasya coğrafyasında cereyan ediyor. Batılılar istedikleri kadar “tarihin sonunu” ilan etsinler, tarih bizim topraklarımızda yaşamaya ve evrilmeye devam ediyor. Avrupalı devletlerin ve Amerika’nın görece üstünlüğü, Batılı olmayan toplumları kuşatma ve sindirme politikaları artık sonuç vermiyor. “Ötekiler” uyanmaya, haklarını talep etmeye başladılar. Bu gerçeği kabullenemeyen güçler, sürekli çatışma yanlısı politikalar izliyorlar.
Dünya barışı, Ortadoğu barışının sağlanmasına bağlı. Ama mevcut güç dengelerini hep kendi lehine kullanmak isteyen Batılı siyasi sistemin ve onun desteklediği İsrail’in bölgede barış istemediğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. Zira adil bir barış, herkesin hakkının teslim edilmesi anlamına geliyor. Ortadoğu’da adil barış ise, İsrail’in uluslararası sistemde sahip olduğu imtiyazlı konumunun ve “İsrail istisnacılığının” sona ermesi demek.
Küresel çatışmaların İslâm toprakları üzerinde yaşanıyor olması, sadece dünya enerji yataklarının İslâm topraklarında bulunmasından kaynaklanmıyor. Şüphesiz Amerika gibi modern imparatorlukların akılsız maceralarında enerji kaynaklarını ele geçirme güdüsü var. Fakat mesele hiçbir zaman bundan ibaret olmadı. Avrupalı devletler, İslâm ülkelerini sömürgeleştirmeye başladıklarında ortada ne petrol vardı ne de doğalgaz.
Tarihin gidişine kim yön verecek?
Temel sorun, tarihin gidişine kimin istikamet vereceğidir. Tarih sahnesine çıktığı 7. yüzyıldan bu yana tarihe yön veren İslâm toplumları, bu iddiasından vazgeçmiş değil. Bunun aksini ilan eden ikinci sınıf aydınlar, batılılaşmış doğulular, sekülerleşmiş Müslümanlar olabilir. Onlar “artık bizim tarihte bir misyonumuz kalmadı; gelin hep beraber insanlığın gidişine ayak uyduralım; batılı normlara teslim olalım” diyebilir. Hatta bunun için dinî, İslâmî argümanlar bile kullanabilir; mesela İslâm’ın modernize edilmesi gerektiğini söyleyebilirler. Ama reel dünyadaki gerçekler, bize başka bir tablo sunuyor.
20. yüzyılda yaşanan felaketler, Batı medeniyetinin kendine olan kültürel ve felsefî özgüvenini derinden sarstı. Sömürgecilik döneminde ve iki dünya savaşında Batılılar insanlık tarihinde görülmemiş katliamların sorumluları oldular. On milyonlarca insanın ölümüne neden oldular. Avrupalı devletlerin kendi arasında yaşadığı iki dünya savaşı, modernite projesinin barış, özgürlük, refah ve rasyonalite ideallerini birer kâbusa dönüştürdü. Zengin ile fakir arasındaki fark, küresel düzeyde bir uçuruma dönüştü. Batı’nın başını çektiği NATO ve Birleşmiş Milletler gibi çok uluslu kurum ve kuruluşlar, sadece hakim güçlerin çıkarlarını savunduğu için adalet ilkesine sadık kalamadı. Tüketim çılgınlığı, bireycilik, ailenin çözülmesi, uyuşturucu bağımlılığı, mutsuzluk gibi derin sosyal ve ahlâkî sorunlar, Batı modelinin yegane “ideal toplum” modeli olmadığını gösteriyor.
Halil AKGÜN
- ŞUBAT 2009