HÂCE-Yİ AHRAR’IN HUZURUNDA
Ubeydullah Ahrar hazretleri ziraatla uğraşır, yetiştirdiği mahsulün tamamını tasadduk eder. O verdikçe Allah Teâlâ da ona daha çok verir. Öyle bir zaman gelir ki ucu bucağı olmayan tarlalara, fakir fukaraya dağıttıkça bereketlenen hububatın depolandığı sayısız ambarlara sahip olur. Onun bu zenginliğe nasıl ulaştığını soranlara “Gelirimiz giderimizdendir” cevabını verir.
Altın Silsile’nin 19’uncu halkası, Nakşibendiyye’nin Ahrâriyye diye anılan kolunun pîri Ubeydullah Ahrar kuddise sırruhû hazretlerinin Semerkand’ın güneyinde Şeyh Kefşir mahallesindeki kabr-i şeriflerini ziyaret için yola çıkıyoruz.
Vardığımızda müze olarak kullanılan ve Şirdâr Medresesi gibi taç kapısında aslan motifleri bulunan Nadir Divan Bey Medresesi karşılıyor bizi. Medresenin arka tarafındaki geniş alanın ortasında etrafı asırlık çınarlarla çevrelenmiş küçük bir göl, güneyinde ise açık ve kapalı bölümleri olan birbirine bitişik üç mescit var.
Ubeydullah Ahrar hazretlerinin mezarı, yönünüzü mescitlere döndüğünüzde solunuzda kalan yüksekçe bir platform üzerindeki hazirede yer alıyor. Hazirede Hâce-yi Ahrar’ınkinden başka akraba ve talebelerinden bazı âlimlerin mezar taşları bulunuyor. Bunların daha önceki kabir ziyaretlerimizde görmediğimiz tarzda, Ahlat’taki Selçuklu mezar taşlarına çok benzemesi dikkatimizi çekiyor.
Tam adı Ubeydullah b. Mahmud b. Şihâbüddin eş-Şâşî olan Ubeydullah Ahrar hazretlerine Maveraünnehr’in diğer şehirlerinde olduğu gibi Semerkand’da da “Hâce-yi Ahrar” diyorlar. Hâce-yi Ahrar “hürlerin şeyhi” demek. Hazret, bağlılarının kalbini mâsivâdan arındırıp onları, “dünyaya, mala mülke yahut nefse kölelik zilletinden kurtulup, tam bir teslimiyetle Allah Teâlâ’ya kul olmak” şeklinde tarif edilen gerçek hürriyete ulaştırdığı için böyle anılıyor.
Hâce-yi Ahrar, şimdiki adı Taşkent olan Şaş şehrinin Bağıstan köyünde, baba tarafı Resûlullah sallallahu aleyhi vessellemin, anne tarafı ise Hz. Ömer radıyallahu anunun nesebinden gelen ilim irfan ehli bir ailenin mensubu olarak miladi 1404 yılında doğmuş. Dönemin kaynakları, sûfîlerinden Ali b. Hüseyin el-Vâiz’in kaleme aldığı “Reşehât” isimli eser başta olmak üzere O’nun daha çocukluk ve ilk gençlik yıllarında iken yetişkinlere özgü tavırlar sergilediğini yazıyor. Oyun oynamak yerine mürşid mezarlarını ziyaret edip murakabeye dalmakta; büyük küçük, havas avam, karşılaştığı herkesten ama özellikle de garip, fakir ve meczuplardan ısrarla dua istemektedir. En çok aldığı dua, “Allah Teâlâ senin kalp gözünü açsın” şeklindedir. Bu dualar onun çocuk denebilecek yaşlarında bile zikr-i daimî halinde bulunmasına bakılırsa, daha o çağlarda icabet bulmuştur.
Hâce-yi Ahrar, 22 yaşında iken Semerkand’a, medreseye gönderilir. Burada iki yıl ilim öğrendikten sonra Herat’a geçer ve oradaki medreselerde beş yıl daha okuyup zâhir ilimlerini tahsil eder. Fakat meyli çocukluğundan beri Ledün ilminedir. Gittiği her yerde başta Şâh-ı Nakşibend kuddise sırrıhû hazretlerinin halifeleri ve talebelerinin büyükleri olmak üzere Allah dostlarını ziyaret edip sohbetlerinde bulunmakta, manevi feyizlerle nasiplenmektedir.
Nihayet yolu Yakub-ı Çerhî kuddise sırruhûnun meclisine düşer ve ona intisap eder. Burada üç ay içinde sülûkunu tamamlayıp irşad icazeti almıştır. Hâce-yi Ahrar’a bu kadar kısa zamanda hilafet verilmesine şaşıran bağlılarına Yakub-ı Çerhî hazretleri şöyle diyecektir: “O, yağı ve fitili hazır bir kandil gibi geldi huzurumuza. Bize sadece kibriti çakıp tutuşturmak kalmıştı.”
Hizmet ehli bir mürşid-i kâmil
Ubeydullah Ahrar hazretleri dergâhını Buhara’da kurup irşada başladığında otuzlu yaşlarındadır. İrşadını, vefat ettiği 1490 yılına kadar yarım asrı aşan bir zaman diliminde sohbet ve hizmeti esas alarak sürdürmüştür. O da Bahâüddin Nakşibend hazretleri gibi, “Biz bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettik. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi de hizmet yolundan götürdüler” buyuracak ve hiç kimseyi ayırt etmeden ihtiyaç sahibi herkese iyilik, yardım ve hizmette bulunacaktır.
Cenâb-ı Mevlâ insanlara hizmet aşkını onun kalbine erken yaşlarda koymuştur. Semerkand’da medrese okurken salgın bir hastalığa yakalanıp durumu ağırlaşan bazı talebelerin, kendisi de hasta olmasına rağmen çamaşırlarını yıkayıp yemeklerini yedirmeye kadar bütün ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Hz. Ebubekir radıyallahu anhu meşrepli, merhameti gâlip, bütün varını tereddütsüz infak edebilen mürşidlerdendir.
Ubeydullah Ahrar hazretleri ziraatla uğraşır, yetiştirdiği mahsulün tamamını tasadduk eder. O verdikçe Allah Teâlâ da ona daha çok verir. Öyle bir zaman gelir ki ucu bucağı olmayan tarlalara, fakir fukaraya dağıttıkça bereketlenen hububatın depolandığı sayısız ambarlara sahip olur. Onun bu zenginliğe nasıl ulaştığını soranlara “Gelirimiz giderimizdendir” cevabını verir.
Kazandığı servetle camiler, mescidler, medreseler, yollar, köprüler, su kanalları yaptırır. Köy, mezra, dükkân, bağ bahçe, tarla satın alıp bunları cami, medrese ve tekkelere vakfeder. Nerede olursa olsun, kıtlık yahut darlık yaşayan belde sakinlerinin, o sıkıntıları geçinceye kadar bütün iâşesini karşılar. Bir defasında Taşkent ahalisinin kıtlık sebebiyle ödeyemeyecek hale düştüğü öşür vergisini devlete kendisi ödeyecektir.
Hâce-yi Ahrar’ın halka hizmeti sadece bu tür yardımlardan ibaret değildir. “Müslümanları zalimlerin şerrinden korumak da bizim işlerimiz arasındadır. Bu sebeple sultanlarla görüşmek, onların gönüllerini almak, onları münkerlerden sakındırmak bize vazife olmuştur” buyurur.
Allah dostu gerçek mürşidler kendilerine ikram edilen bütün nimetleri hak sahiplerine ulaştırılacak birer emanet bilir, bunun ifasına koyulurlar. Her kâmil mürşid gibi Ubeydullah Ahrar hazretleri de böyle yapmıştır.
Devir, Timur soyundan mirzaların saltanat kavgasına tutuştukları bir devirdir. Şehirler sürekli kardeşler arasındaki savaşlarla el değiştirirken yakılıp yıkılmakta; bu karmaşa halkı perişan eylemektedir. Ubeydullah Ahrar hazretleri bu durumu önlemek için o sıralar Semerkand’ı ele geçirip başkent yapan Ebu Said Mirza Han’ı nasihatleriyle yönlendirmek üzere 1451’de Semerkand’a yerleşir. Vefatına kadar 40 yıla yakın ikamet edeceği Semerkand’da hem Ebu Said Mirza’nın hem de onun ölümünden sonra yerine geçen oğlu Ahmet Mirza’nın gönüllerini ve hürmetini kazanıp onları doğru politikalar uygulamaya ikna eylemiştir. Bu sayede kardeşler arasındaki çatışmalar durmuş, Semerkand bir kere daha harap olmaktan kurtarılmış, kaldırılan vergiler ve sağlanan asayişle ahali rahat nefes alabilmiştir.
Asıl yadırganması gereken
Ziyaretimizden sonra dünden beri uğramadığımız Hâce Abd-i Derun Camii’ne gitmeye karar verdik. Vardığımızda bahçedeki peykelerden birinde Hâce Nasrullah’ı birkaç mollasıyla sohbet eder bulduk. Nereden geldiğimiz öğrenilince sohbet Ahrar-ı Velî hazretlerine evrildi. Mollalardan biri, biz daha çok o tarafından bahsettiğimiz için olmalı, Hazret’in ziraî faaliyetlerine dair rakamlar vermeye başladı. Her birinde üç bin kişinin çalıştığı 1300 çiftliği olduğunu, buralarda ağırlıklı olarak buğday, arpa ve mısır yetiştirildiğini, yılda 600 tonu aşan mahsül alındığını ve dolayısıyla bunun en az 60 tonunun sadece öşür olarak dağıtıldığını söylüyordu.
Bu boyutta bir zenginlik beklemediğimiz için şaşırmıştık. Arkadaşlarımızdan biri “sıradışı bir mürşid” deyiverince, o dakikaya kadar sükût eden Hâce Nasrullah’ın yüzünde bu nitelemeyi beğenmediğini yansıtan bir ifade belirdi. Bize döndü, “Ne buyurmuştu Şâh-ı Nakşibend Sultanımız?” diye sordu. Hemen akabinde de “Bizim yolumuz sohbet yoludur” cevabını verip anlatmaya başladı:
“Sohbet; dostluk, yakınlık, muhabbet demektir. Halkla iç içe olup onlarla ülfet ve ünsiyet eylemektir. Dostluk, ülfet ve ünsiyet ettiklerimizin dertlerine derman, maddi manevi sıkıntılarından kurtulmalarına yardımcı olmaya çalışmaktır. Halka, yardıma muhtaç insanlara hizmet; sohbetin iktizasıdır yani. Allah dostları bu yardımı bazen ikram-ı ilâhî ile kendilerine verilen dünyalık nimetlerle, bazen de bağlılarının gönüllü katkılarını yönlendirip organize ederek yaparlar. Onların birtakım maddi imkânlara sahip olması, hizmet için yapılan bağışları yönetmesi, hayra harcamak üzere meşru dairede dünyalık kazanması veya müntesiplerini buna teşvik etmesi tasavvuf adına yadırganacak, sıradışı bir tutum değildir. Asıl yadırganması gereken; tasavvuf ehlini dünyadan el etek çekmiş, fakr u zaruret içinde yaşayan, gündelik hayatın ve toplumun dışında, gidişata asla karışmayan insanlar olarak takdim eden bir anlayışın rağbet görmesidir. Oysa Allah dostu gerçek mürşidler kendilerine ikram edilen bütün nimetleri hak sahiplerine ulaştırılacak birer emanet bilir, bunun ifasına koyulurlar. Her kâmil mürşid gibi Ubeydullah Ahrar hazretleri de böyle yapmıştır.”
Biz aslında Hâce Nasrullah’la İstanbul’un fethine katılan Ahrariyye dervişlerini konuşacaktık ama zaman kalmadı. İkindi vakti girmişti. Anlatacaklarımızı başka bir sohbete erteleyerek abdest tazelemeye kalktık.
(Gelecek Ay: İstanbul’un Fethinde Mavareünnehir Dervişleri)