Aramak

Akdeniz

Bir şairimiz şöyle diyor:
Hududumu denizler,  dev dalgalar yalıyor. Kafkas’tan Viyana’ya, Kırım’dan Çaldıran’a... Su içtim ben Tuna’dan, ben Nil’den kana kana. Fakat şimdi...
Alev alev yanan Evlad-ı Fatihan yurdu Balkanlara ulaşması gereken ilk yardım birliklerinin, Akıncıların torunları olan ülkemiz birlikleri olması gerekirken, dünkü vilayetlerimiz Bulgaristan ve Yunanistan’ın izin vermemesi nedeniyle en sona kalması yüreklerimizi burkuyor. Deniz yolunun uzun ve masraflı olduğunun iddia edilmesi ise ayrı bir acı veriyor. Kosova’da, Makedonya’da büyük bir çoşkuyla karşılanan Türk birliklerine gösterilen sevginin gerçek sebebi neydi? Genç ihtiyar, kadın erkek, yollara dökülen binlerce insan acaba hangi duygu ve düşünceyle Türk bayraklarını sallıyor, davul zurnalar eşliğinde halaylar çekiyordu? Gelenler, yüzyıllar boyu destansı bir şekilde anlatılan Akıncı birlikleri miydi, yoksa Barbarosların torunları mıydılar? Türkiye her ne kadar Osmanlı’nın iddialarını ve misyonunu sahiplenmediğini uluslararası antlaşmalarla  ilan etmişse de, Balkanlarda yaşayan milyonlarca Osmanlı torununun kollektif hafızasında yaşayan bir Osmanlı ruhu var. Ve o ruh, son karşılama olayı ile kendini dışa vuruyordu. Batı, bizim bir gün Osmanlı’nın misyonuyla hareket edeceğimizi düşünüyor ve bunun önünü kesmenin planlarını yapıyor. Biz, bu coğrafyaya hakkı adaleti, insanlığı, barışı ve hürriyeti taşıdık. Voyvodaların, derebeylerin zalim yönetimlerine son vererek insanlığın umudu olduk. Akdeniz bizden sorulurdu. Tarih bunun canlı şahididir. Misal mi istiyorsunuz? Binlerce misal verebiliriz. İşte Barbaros Hayrettin Paşa ve gazi leventlerinin hayatlarından bazı kesitler: Tarih 20 Temmuz 1543, Osmanlı donanması Marsilya limanındaydı. Fransız donanması direklerine Osmanlı bayrakları çekerek, top atışlarıyla Donanmayı Hümayunu karşılıyordu. Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa krallara layık törenle karşılanıyordu. Kral 1. François namına Barbaros “hoşgeldiniz”le karşılanırken, Kot Dazür halkı Türk leventlerine sevgi gösterilerinde bulunuyorlardı. Bu sırada, Muhteşem Süleyman lakaplı Kanuni ise Estergon’u fethetmekle meşguldu. 20 Ağustos’ta Avusturya İmparatoru’nun himayesinde bulunan Nis şehrini  muhasara ederek teslim alan Barbaros, şehrin anahtarlarını Kanuni adına teslim alırken, Fransız kaptanları olayı hayranlıkla izliyordu. Nis valisi teslim olurken, kendisinin ve şehir halkının bağışlanmasını istirham ediyor ve bu istek Türk amirali tarafından olumlu karşılanıyordu. Fakat daha sonra şehir Fransızlara bırakıldığında, Türk gemilerinin ayrılmasından sonra kendi dindaşları yani Fransızlar, Nis şehrini dehşetli bir şekilde yağmalamışlardı. 16 Eylül 1543’de Tulon ve çevresinin,  Osmanlı donanması Fransa’da kaldığı müddetçe Osmanlı hakimiyetinde olacağını bildiren antlaşma imzalanarak şehre Osmanlı bayrağı çekildi. Beş vakit ezan okunmaya başlandı. Artık Akdeniz çepeçevre ezanlarla kuşatılmıştı. Osmanlı, Tulon’da  sekiz ay kaldı. Bu müddet içinde Barbaroszade Hasan Reis ve Salih Reis gibi en değerli Türk kaptanları, İspanya ve İtalya kıyılarını bombardıman ettiler. Zaten Osmanlı donanmasının başında Barbaros gibi bir şahsiyetle Tulon’da üstlenip kışlaması, İmparator Şarlken’e en acı günlerini yaşatmıştı. İkinci bir Preveze macerasına hevesli olmayan Haçlı donanmasından ise en ufak bir iz yoktu. Akdeniz’de ezan sesi yankılanmaya devam ediyordu. Peki nasıl bir şahsiyetti Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirmeyi başaran Barbaros Hayrettin Paşa? İsterseniz bunu “Gazavat-ı Hayrettin Paşa” isimli kendi günlüğünden öğrenelim.

 Barbaros Anlatıyor

Barbaros kardeşlerin ve dönemin Osmanlı denizcilerinin hayatları ve mücadeleleri hakkında önemli ipuçları veren hatıralardan birkaç sayfa şöyle: “Netice onbirinci gün, Midilli adasına dönüp dahil olduk. ‘Vatan sevgisi imandandır’ denmiş... Akraba ve taalukatımızla görüşüp sılayı rahm eyledik. Hal ve hatırlarını sorduk. Hak rızası için kazanlar kaynatıp, yedi gün yedi gece, eli gücü yetmez fakirleri yedirip içirdik. Yetimleri sevindirdik. Sünnetsiz olan yetimleri aratıp buldurduk. Gönülleri şad olsun diye onlar için düğün yaptırıp, sırtlarına yeni esvaplar giydirdik. Yetim kalmış gelinlik kızcağızları ev ev aratıp buldurup çeyizini yapıp evlendirdik. Kimsesiz kalmış dul karıcıkları, hizmete gücü yetmeyen ihtiyarları, sakatları hep hallerince görüp gözettik. Çarşıda pazarda şöyle dellal bağırttım: ‘Askerler tarafından çarşıda-pazarda akçasız bir habbesi alınan bana gelsin. İğnesi gidene çuvaldız vereyim. Biz buraya, hayır dua almaya geldik. Kimsenin ırzına malına zarar verecek, hatırını kıracak, zulüm ve teaddi olacak şeylere razı değiliz. Öyle eden kimse bizden değildir.’ Gazilerin kemerleri gaza nimetleriyle dolu idi. Kimsenin bir şeye ihtiyacı yoktu. Bir akçalık şeye beş akça verirlerdi. İnsan şöyle dursun, karınca bile incitilmezdi. Her şey nizam ve intizam içinde idi. Bu şekilde adalet ile hareket eden gazileri Allahu Azimüşşan din düşmanı olan kafirler üzerine mansur ve muzaffer eylemez mi? Yolunca gidilirse, düşman, İslam’a hiçbir şekilde zafer bulamaz. Mağlup olursak kusur hep bizdedir. Gazilerimizin, vilayetli ile böyle iyi geçinmesinin bir sebebi de onlarla yaptığım bir konuşmadır. Midilli’ye gelmeden bir gün evvel, denizde yedi pare teknenin gazilerini toplayıp divan eylemiş ve demiştim ki: ‘Oğullar! Muradımız inşallah, bu kışı Midilli’de kışlamaktır. Bu vilayet bizim vatan-ı aslimizdir. Göreyim sizi, vilayetlinin yanında yüzümüzü ak edip, bizi hicap altında koymayasınız. Hak Tealâ sizlerin dahi dünyada ve ahirette  yüzlerinizi ak eylesin. İşte siz gazilerden ricam budur. Bak, Oruç Reis ve Hızır Reis bu vilayetli iken, askerleri ümmet-i Muhammedi incitip zulüm yaptılar deyip, dedikodu etmesinler. Her ne alım satım ederseniz, hatır hoşluğu ile edip, hakkını kesmeyesiniz. Kadir olduğumuz kadar, hayır dua almaya gayret edelim.’ Onlar da bu tembihimden ziyade yüz ağartıp, duaya mazhar oldular. Hak Teala onlardan razı olsun.” Barbaros Hayrettin Paşa, hatıralarının bir çok yerinde hareketlerinin ilahi işaretlere matuf olduğunu, hedefe ulaşmasının, kendisinin bir veli ve leventlerinin ise gerçek birer Allah askeri olmalarına bağlı olduğunun ipuçlarını vermektedir:

 İlahi İşaret

“Cezayir’den ayrılırken, ulema, salih kimseler ve ileri gelenlerle vedalaşıp: ‘Benim bu gitmem kendi reyimle değildir. Elem çekmeyin, Hak Tealâ ecelden aman verip, bu Cezayir’de daha kısmetimiz varsa, inşallah sizinle üç seneye kadar yine görüşürüz.’ demiştim. Onlar da bu söz üzerine üç seneyi bekler idiler. Üç sene dolmaya az zaman kalmıştı. Benim Cicel’de olduğumu bilirler, ancak söylediğim söze göre geleceğimi ümit ederlerdi. Bunlar kırk kişi idiler. ‘Cezayir’den çıkıp gitmesi madem kendi isteği ile değildir. Şimdi sözünde durur. Çünkü ricalullah zümresindendir, elbette Cezayir’e gelecektir.’ diye şüpheleri yoktu. Amma üç yılın dolmasına kırk gün kala, yarısından çoğunun bu inançları bozuldu. Bir gün toplandıklarında ötekilere: ‘Hey adamlar! Divane misiniz? Bizler peygamber soyundan gelmiş iken bile, ricalullah yolunda olamıyoruz. Sizler ise Etrak denilen Türk kabilesinden bunu umuyorsunuz. Cezayir’e üç seneye kadar gelir, diyorsunuz. Halbuki onun maksadı Cezayir’den bir yolunu bulup firar etmekti. Kafir yakasında ada basmak bahanesiyle çoluk çocuğunu alıp, nezaketle buradan kapağı attı. Varıp Cicel vilayetini mamur etti. Kafir yakasının bütün ganimetlerini getirdi. Donanma sahibi oldu. Zevk-ü sefası buradan iyidir. Hiç bu semte bakar mı? Sizin başınıza soğuk geçmiş.’ dediler. Böylece hepsinin fikri değişti. Yalnız iki üç kişi kaldı ki, bizim iyiliğimize ve boş adam olmadığımıza şehadet edip dururlardı. Toplantıdan sonraki gece, bu kırk kişinin hepsi bir rüya görüp ertesi gün birbirlerine anlattılar. Birinin gördüğünü hepsi görmüştü. Rüyaları şöyle idi: ‘Bunlar kendilerini, deniz kenarında etrafı gül gülistanlık, akarsuluk, misk-i amber kokan, rayihasından dimağlar bayılır bir yerde buldular. Bir  yeşil otağ kurulmuş. İçinde nebiler sultanı, doğrular rehberi, yüce ve temiz Hazret-i Muhammed Mustafa (A.S.), etrafında Ashab (R.A.)  oturmuşlar. Bu kırk kişi otağın dışından bakıp gördüler ki, tahkir edip küçümsedikleri adam al bir elbise içinde, belinde pırıl pırıl bir kılıç, Rasulullah’ın önünde edep ve tazim ile başı önünde diz çöküp oturmuş. Rasulullah Efendimiz buyurmuş: ‘Ya Hayrettin! Allah’a tevekkül et. Kendi yerine dön. Kafirlere ve hasmın olan münafıklara karşı zafer kazan.’ Rüya burada bitmiş, uyanıp: ‘Essalatü vesselamu aleyke ya Rasulallah!’ demişler. Sabahleyin bir araya gelip hali öğrenince, bizi bırakmayan üç kişi: ‘Gördünüz mü?.. Rasulün sancağını çekip, ömrünü Din-i Mübin uğruna harcayan gazileri siz boş mu sanırsınız? Ol gazi size etrakliğini de müslümanlığını da gösterdi. Siz de ne olduğunuzu şimdi bildiniz mi?’ Ötekiler ise başlarını eğip cevap veremediler. Aynı gece ben dahi bu rüyayı görmüş ve uyandığımda henüz misk-i amber kokusunu dimağımda duymuştum. ‘Essalatü vesselamu aleyke ya Rasulallah!’ diye selam verdikten sonra kendi kendime bu rüyayı tabir edip: ‘Ey koca asi Hayrettin! Bu saadet ki sana erişti, inşallah yine Cezayir’e dönüp dostlarımızı şad, münafıkları berbat etmemiz de muhakkaktır’ dedim ve kalbimden Cezayir’e gitmeye niyet bağladım.” İşte onlar böyle idi ve Akdeniz bizimdi. Bugün ise değil Akdeniz’de Ege’deki uluslararası sulara bile balıkçılarımızın girmesine müsaade etmek istemeyen bir Yunanistan, neredeyse bize kafa tutuyor. Ve Akdeniz’e, Adriyatik’e artık üzerinde kuşluk namazı kılınan gemiler değil, bünyesinde kiliseler bulunan filolar hakim. Ve... “Haritada sırtüstü uzandığım zaman Ayaklarım dışarıda kalıyor.”
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy