Aramak

Ankara Ovası'na Bakarken

Ahmet Hamdi Tanpınar ( 1901 - 1962 )

Edebiyatımızın seçkin kalemlerinden biri olan Tanpınar, edebiyat tarihimizle ilgili araştırmalarının yanı sıra, deneme yazıları, hikaye ve romanlarıyla tanınır. Eserlerinde İslâm medeniyetinin özelliklerine ve Batı medeniyeti karşısındaki kıymetine vurgu yapar. Okuyacağınız yazıyı onun Beş Şehir adlı kitabından seçtik.

Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde uğradığı istilâlar, üst üste yangınlar ve yağmalar şehirde geçmiş zamanların pek az eserini bırakmıştır. Acayip bir karışıklık içinde bu tarih daima insanın gözü önündedir.

Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rastgele karıştığı, haşır-neşir olduğu pek az yer vardır. Kalede ve onun eteğine serpilmiş mahallelerde Türk velileri Roma ve Bizans taşlarıyla sarmaş dolaş yatarlar. Dedelerimizin mezarlarından çıkan yeşillikler, hangi itikatların etrafında yontuldukları belli olmayan çok eski taşları kendi rahmaniyetleri ile yumuşatırlar; burada kerpiç bir duvardan İyonya tarzında bir sütun başlığı veya arkitrav fırlar, ötede bir türbe merdiveninin basamağında bir Roma konsülünün şehre gelişini kutlayan kadim bir taş görünür, daha öte de bir çeşme yalağında eski bir lahdin bakantaları gülümser.

Ahî Şerafeddin’in türbesini asırlarca Greko-Romen arslanlar bir nöbetçi sadakatiyle beklerler ve bu yüzden Arslanhane adını alan camiin hakikaten eşsiz mihrabında, Etiler’in toprak ve bereket ilâhesinden başka bir şey olmayan bir yılan, son derece kuvvetli plâstikliğiyle meyvalar arasında dolaşır ve camiin o kadar şaşırtıcı bir safiyetle boyanmış ağaçtan sütunları Bizans ve Roma başlıklarını taşır. Hisar’da, mihrabı Türk tahta işçiliğinin harikalarından biri olan Alâeddin Camii’nin sekisi, asırlardan beri bir şahin gibi süzdüğü ovaya, terkibi baştan aşağı tesadüfi olan bir sütun dizisinin arasından bakar; şüphesiz bu sütunlar orada bu camiden çok daha evvel mevcuttular.

Bu terkiplerin en manalısı İmparator Augustus’un şerefine toprağa dikilmiş mermer bir kaside olan Roma mabedinin kalıntılarıyla, yanı başındaki Hacı Bayram-ı Velî Camii’nin beraberce teşkil ettiği zıtlar mecmuasıdır. Bitmiş veya tam diyebileceğimiz hiçbir eser bu toprağın macerasını bu kadar güzel hulâsa edemez. Hacı Bayram’ı, Roma kartalının bu mermer yuvasında çilehanesini seçmeye götüren gizli tesadüf nedir? Camiinin altındaki dar çile odasında geçirdiği ibadet ve murakabe saatlerinde, yanı başında güneş vurdukça yaldızlı akislerle pırıldayan ve üstüne diz çöktüğü toprakta bir nevi iğvâ gibi gizlenmiş duran bu taştan dünya, kendisininkinden büsbütün ayrı zaferleri terennüm eden bu iyi yontulmuş mermerler, o sert ve kibirli Roma hemşehrisi çehreleri acaba onu rahatsız etmiyor muydu? Bu velinin rahmanî rüyasına komşularının mağrur sükûtundan sızan düşünce ve duyguları bilsek, ne kadar iyi olacaktı.

Roma, şan ve şevketinin içinde maddî hazlarla sarhoş, fütuhatlarını yaptı, müesseselerini kurdu, kanunlarını düzeltti. Kale köprü, yol, su kemeri, mabet, hamam, hipodrom, heykel ve bin türlü abideyle, yaşadığı zamanı, muharip alnını süsleyen çelenklerle beraber taşa-toprağa tespit etti. Aradan asırlar geçti. Bu mağrur muharip, yorulan sinirlerini kanlı ve şehvetli oyunlarla uyuşturmaya çalışırken, cihangir haritası, acemi avcı elinde kalmış bir kaplan postu gibi parçalanıp yırtıldı. Ankara şehri, imparatorluğun arazisinin yarısından fazlasıyla beraber büsbütün başka bir milletin eline geçti. Kadim medeniyetin eserleriyle örtülü toprakta yeni bir nizam çiçek açtı, küçük, mütevazı mabetlerde başka bir Allah’a ibadet edilmeye, Ankara kalesinin üstünde, başka türlü hasretlerin türküleri söylenmeye başlandı. Ve günün birinde bu toprağın yeni sahipleri içinden yetişen saf yürekli bir köylü çocuğu, Roma’nın zafer mabedi ve biraz sonra da Bizans bazilikası olan bu abidenin yanı başına muhacir bir kuş gibi yerleşti. Ve insanlara kadim imparatorluğun ayakta durmasını sağlayan hakikatlerinden çok başka bir hakikatin sırrını açtı. Bu, ledünnî hazların, ahiret saadetlerinin, kendisini sevgide tamamlayan ruhun, bir nur tufanı gibi iştiyakın, kendi derinliklerinde Allah’ı bulan bir murakabenin hakikati idi. Hacı Bayram, eriştiği bu hakikatin şevkiyle:

Bilmek istersen seni Can içre ara canı, Geç canından bul anı Sen seni bil sen seni! diye haykırır.

Fakat Hacı Bayram, sade “Hakla Hak” olan bir veli değildir. Türk cemiyetinin bünyesinde gerçekten yapıcı bir rol de oynar. Kurduğu Bayramiye Tarikatı esnaf ve çiftçinin tarikatıdır. Böylece Anadolu’da Horasanlı Baba İlyas’la başlayan geniş köylü hareketiyle Ahîlik teşkilatı onun etrafında birleşir. Daha sağlığında hareket o kadar genişler ki, İkinci Murad yanı başında gelişen bu manevi saltanattan ürkerek Şeyh’i Ankara’dan Edirne’ye getirtir. Ve ancak niyetlerinden iyiden iyiye emin olduktan sonra onu geriye göndermeye razı olur. Hakikatte bu telaşa hiç lüzum yoktu. Hacı Bayram, imparatorluğun iç nizamını yapıyordu.

Çok defa Ankara ovasına bakarken Hacı Bayram’ın ömrünün sonuna kadar müridleriyle ekip biçtiği tarlaları düşünürüm. Acaba hangi tarafa düşüyordu? Belki de kendi yattığı camiin bulunduğu yerlere yakındı. Bütün ova onun zamanında imece ile işleniyordu.

An’ane, Hacı Bayram’la İstanbul fethinin manevi ve nuranî yüzü olan Akşemseddin’i bu ovada karşılaştırır. Akşemseddin o zamanlar devrinin ilmini ilâhiyattan tıbba, nahivden musikîye kadar öğrenmiş, fakat bir türlü ruhundaki susuzluğu gideremediği için yüzünü tasavvufa çevirmiş, kendisine mürşid arayan genç bir alimdi. Nihayet dayanamayıp Şeyh Zeyneddin-i Hafî’nin yanına gitmek için Osmancık medresesindeki müderrisliğini bırakıp yola çıkar. Fakat Halep’te bir gece rüyasında bir ucu boynuna geçmiş bir zincirin öbür ucunu Hacı Bayram’ın elinde tuttuğunu görür ve nasibinin Hacı Bayram’dan olduğunu anlar; yoldan döner.

Ankara’ya geldiği zaman Hacı Bayram’ı müridleriyle ovada mahsul toplarken görür. Yanına yaklaşır; fakat iltifat görmez. Aldırmayarak işe girişir; yemek zamanına kadar şeyhin müridleriyle beraber çalışır. Yemek vakti olur. Hacı Bayram kendi eliyle aş dağıtır. Fakat Akşemseddin’in çanağına ne burçak çorbası, ne yoğurt koyar; artan aşı da köpeklerin önüne döker. Akşemseddin darılıp gideceği yerde şeyhin kapısının köpekleriyle ve onların çanağından karnını doyurur. Bu alçak gönüllülük, bu teslim üzerine Hacı Bayram onu yanına çağırır, müritliğe kabul eder. Ölünce de kendisine halef olur. (...)

Fatih’e İstanbul’un fethinde o kadar yardım ettikten sonra çekilip köyüne gidecek kadar vekar ve haysiyet sahibi olan, mektuplarında ona sahip olduğu manevi rütbeden bir akran gibi hitab eden, nasihatler veren, “eğer padişaha huzur-ı surîmiz matlub ise biz anda varırız veya padişahla diyar-ı Arab’ı beraberce feth ederüz.” diye ufuk gösteren Akşemseddin’in, şeyhinin köpekleriyle bir sofraya oturması ancak XV. asır Türkiye’sinde görülür.

Hacı Bayram’ın kâinatı ve insanı beraberce oluş halinde gösteren bir manzumesi vardır ki, bilhassa bir beyti bu XV. asır Türkiye’sinin adeta manzarasını çizer:

Nâgehan ol şara vardım, ol şarı yapılır gördüm,

Ben dahi bile yapıldım, taş ve toprak arasında...

Nâgehan: Ansızın, birdenbire

Şar: Şehir, belde

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy