Aramak

Başımıza Taş Yağmaması İçin

Allah Teâlâ, insanoğlunu bir erkek ve bir dişiden, onları birbirine meyilli ve birbirlerini tamamlayıcı fıtratta yaratmıştır. Neslin devamını bu iki cinsin nikâhla akdedilmiş meşru birleşmesine bağlamıştır. Bu sebeple neslin korunması ailenin korunmasını, ailenin korunması da öncelikle meşruiyetinin korunmasını gerektirmektedir.

İslâm, koyduğu ölçülerle din, can, akıl ve mal ile birlikte neslin korunmasını da teminat altına alır. Toplumun varlığı, düzeni ve selameti için korunması zaruret olan bu beş değere yönelik saldırılara, şer’-i şerifin ahkâmına sımsıkı sarılarak karşı koymamızı ister bizden. Ancak yine de en temel insan hakları kapsamındaki bu değerlerin korunması, öncelikle devletlerin en başta gelen görevleri arasındadır.

İtibarsızlaştıran kavramlar

Fakat bazen İslâm’a, dolayısıyla fıtrata aykırı bir anlayışın devlete hâkim olması yahut kanunlardaki yetersizlikler, söz konusu değerlerin muhafazasında zaaf oluşturabilir. Sizin fert, aile veya camia olarak direnmeniz, saldırının yaygınlaşmasını önlemeye yetmeyebilir.

Son yıllarda özellikle insan neslini kaçınılmaz olarak ifsada ve akamete mahkûm edecek küresel bir saldırı karşısında böyle bir zaafı yaşıyoruz. Adını anmaktan bile haya ettiğimiz örgütlü bir sapkınlık bizim ülkemizde de pervasızca kol geziyor. Sağlıklı nesillerin varlığı ve devamının yegâne imkânı olan aile yok edilmek isteniyor. Ar, namus, haya, iffet, mahremiyet, ahlâk, onur kavramları itibarsızlaştırılıyor. Nikâhsız evlilikler; erkeğin erkekle, kadının kadınla birlikte olması gibi çok çirkin bir fuhşiyat teşvik ediliyor. Kadın erkek arasındaki farklılıklar ortadan kaldırılarak cinsiyetsizlik üçüncü bir cinsiyet haline getirilmeye çalışılıyor.

Bütün bunlar gençlerin ilgi duyduğu, spor, müzik, sinema, televizyon, dijital mecralar, moda ve benzeri alanlarda bilinçaltına yönelik mesajlarla, sapkın fakat kahramanlaştırılmış tiplerle zerk ediliyor zihinlere.

İnsanlık onurunu ayaklar altına alan bir iğrençlik “onur hareketi” diye sunuluyor. Muhtemel eleştiri ve itirazlara karşı bu ifsadın lobilerince fonlanan çevreler devreye giriyor. İnsan haklarından, ifade veya tercih özgürlüğünden, nefret suçundan dem vuruyorlar. Muhalifler susmazsa eğer, aynı lobilerin ekonomik yaptırımlarına, itibar suikastine, yasaklarına maruz kalıyor.

Daha kötüsü, bütün semavî dinlerin şiddetle yasakladığı, insanlık şerefini kaybetmemiş hiç kimsenin onaylamayacağı bu sapkınlık bazen sırf siyasî bir karşıtlık saikiyle savunulabiliyor.

İfsat mı hak talebi mi?

Böyle bir ifsada karşı aileyi, nesilleri ve ahlâkı koruması gereken kanunlarımız ise yetersiz. Farklı anlamlar yüklemeye imkân veren muğlak ifadeler barındırıyor. Anayasa da dâhil, bu kanunların hiçbirinde ailenin tarifi ve nikâh şartı yok. Ailelerin sapkın anlayışlara karşı nasıl korunacağı da belirtilmiyor. Metinlerde, “karı koca” yerine “aile bireyleri” veya “eşler” gibi aynı cinsiyetlerin birlikteliğine yorumlanabilecek ifadeler tercih edilmiş.

Kaldı ki nikâhsız veya eşcinsel beraberlikleri evlilik yahut aile kabul eden Avrupa Konseyi Sözleşmeleri aile ile ilgili kanunlarımıza alınmış durumda. Genel ahlâka karşı suçlardan “müstehcenlik” ve “hayasızca hareketler”in cezalandırılması ise bunların bir fiil halinde kamuya açık alanda alenen işlenmesi şartına bağlanmış.

Yani müstehcenlik ya da hayâsızlığın savunulması, teşvik edilmesi suç sayılmıyor. Suç sayılmadığı gibi hayâsızlığı savunma ve teşvik anlamına gelen türlü gösteri ve propagandalar “muzır (zararlı) neşriyat” kapsamına alınıp yasaklanamıyor bile. Yahut bu sapkınlığın nesilleri ifsat edecek bir salgına yol açacağı görülemediği için böyle marazî bir tercihe yönelenlerin bir nevi karantinaya tâbi tutularak toplumdan tecridi düşünülmüyor.

Mesele, bir kısım insanların kişisel olarak fıtrata ve ahlâka aykırı bir tutumu tercihinden ibaret zannediliyor çünkü. Oysa bu tercih özel dairede kalmıyor; aşikâr edilmek suretiyle bunun tabii bir yöneliş, bir hak olduğu topluma benimsetilmeye çalışılıyor. Fuhşiyatın yasaklanması bir yana, kınanıp ayıplanmasının bile resmen engellenmesi isteniyor. Cinsiyetin değiştirilebilir bir kimlik unsuru, cinsiyetsizliğin de üçüncü bir tür olduğu iddia ediliyor.

Çözüm, yüksek sesle bu talep ve iddiaları dillendiren yönelişin aileyi ve nesli tehdit eden bir tehlike olup olmadığını kabule bağlı. Apaçık bir ifsadın tehlike olmadığını kim söyleyebilir ki demeyin. Konuyla ilgili yapılması düşünülen yasal düzenlemeler gündeme geldiğinde, muhtemel tartışmalarda görülecektir ki bu o kadar zor değil. Siyaseten muhalefet etmek adına, mağduriyet algısı oluşturarak, hak hukuk diyerek böyle bir tehlikeyi yok sayan, sulandıran Müslümanlara bile rastlayacağınızdan şüpheniz olmasın.

İlerideki tartışmaların tozu dumanına maruz kalmadan, meseleye dinimiz, dolayısıyla hakikat açısından nasıl bakmamız gerektiğini şimdiden hatırlamakta fayda vardır öyleyse.

Müslümanın bu meseleye yaklaşımı

Allah Teâlâ, insanoğlunu bir erkek ve bir dişiden, onları birbirine meyilli ve birbirlerini tamamlayıcı fıtratta yaratmıştır. Neslin devamını bu iki cinsin nikâhla akdedilmiş meşru birleşmesine bağlamıştır. Bu sebeple neslin korunması ailenin korunmasını, ailenin korunması da öncelikle meşruiyetinin korunmasını gerektirmektedir. Meşru karı koca ilişkisi dışında kalan her türlü cinsel yakınlaşma büyük günahlardan zinadır ve haramdır.

Aileyi korumanın bir diğer şartı, eşlerin cinsiyet özelliklerini koruması, fıtratlarına uygun davranmasıdır. Kadının ve erkeğin ailede ve toplumdaki rolü, sorumluluğu, davranışları, kılık kıyafeti farklıdır. Bu farklılıkların muhafazası gerekir. Hadis-i şeriflerde erkek veya kadının karşı cinse teşebbühü, yani karşı cinse has görüntü, tavır ve davranışlara özenerek o cinse benzeme çabası şiddetle kınanarak yasaklanmıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vessellem, karşı cinse benzemeye çalışanların, kötü örnek olabileceği tehlikesine karşı toplumdan uzaklaştırılmasını istemiştir.

Dinimizde insanın cinsel ihtiyaçlarının meşru, tabii, makul bir zeminde karşılanması emredilmiştir. “Livata” (erkekler arasındaki cinsel ilişki) ve “sihâk” (kadınlar arasındaki cinsel ilişki) insanlık onurunu zedeleyen aşırı derecede çirkin büyük günahlar olarak haram kılınmıştır. Böyle bir sapkınlığa yönelen fertler lânetlenmiş, toplumlar helâk edilmişlerdir. Özel dairede kalan günahların tecessüsle ifşasına izin verilmemesi, fuhşiyatın çirkin ve menfur bir haram olduğunu söylemeye, alenen işlenmesine karşı çıkmaya mani değildir.

Bir erkek ve bir kadının beraberliğinden doğan çocuk ya erkektir ya da kızdır. Üçüncü bir cinsiyet yoktur. Cinsiyet kromozomlarının sayısındaki uyumsuzluk sebebiyle doğuştan hem erkek hem dişi cinsiyete özgü nitelikler taşıyanlar üçüncü bir cinsiyet değildir. Çok nadir görülen istisnaî bir vakadır.

Fıkıhta “hünsâ” diye adlandırılan böyleleri ya tedavi ile ya da taşıdıkları baskın cinsiyet özelliklerine göre erkek veya kadın sınıfına dâhil edilip bir takım özel hükümlere tâbi tutulurlar. Böyleleri kendi tercihleri olmayan durumlarından ötürü kınanmaz, dışlanmazlar.

Genetik bir bozukluk olmadığı halde kız çocuklarının erkek, erkek çocuklarının kız gibi yetiştirilmesi ise dinimizde son derece yanlış bulunan cahilî bir tavırdır. Cinsiyetlerine uygun bir terbiye ile davranışlarının düzeltilmemesi ebeveynlerini sorumlu kılar.

Günahkârdan değil günahtan nefret ediyoruz

Bunları söylediğinizde nefret suçu işlemekle itham ediliyorsunuz. Nefret suçu ilk kez 1980’de Amerika’da, zenci düşmanlığından kaynaklı saldırılar bağlamında kullanılan bir kavram. Zamanla kişinin ırk dışında, uyruk, cinsiyet, din, mezhep, siyasî düşünce gibi aidiyet ve tercihlerine duyulan nefretten dolayı işlenen suçlar da bu kapsama alınmış. Nefret suçu aslında nefret duygusunu cezalandırmıyor. Zaten suç olan bir fiilin, kişinin kimlik unsurlarına beslenen nefret saikiyle işlenmesi halinde cezasının artırılmasını esas alıyor.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nca 2004’te hazırlanan bir taslakta ise kişisel birer hak olarak görülen cinsiyet değiştirme, eşcinsellik ve eşcinsel evlilikler de önlenmesi gereken nefrete konu tercihler arasına dahil ediliyor. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu üye ülkelere, kanunlaştırılmak veya mevcut kanunları buna göre revize etmek üzere dayatılan bir taslak bu.

Fakat bu dayatmanın, mesela Avrupa’daki Müslümanların dinlerinden dolayı maruz kaldığı ve her geçen gün biraz daha artan saldırıları görmezlikten gelip sapkınlıklar konusundaki ısrarı hiç de hukukî bir endişeye işaret etmiyor. Nefret suçu ithamıyla toplumu ifsat eden bir hayâsızlığa gösterilecek tepkinin önlenmesini, o hayâsızlığın sıradanlaşarak yayılmasını amaçlıyor.

Oysa nefreti mucip bir davranıştan nefret etmek sağlık alametidir. Üstelik Müslüman günahkârdan değil günahlardan nefret eder. Bu nefret, kişinin başta kendi nefsi olmak üzere diğer insanları günahlardan sakındırmaya yöneliktir ve merhametin iktizasıdır. Kaldı ki nefret suçu, nefret hissi duymakla değil, bu hissin cezayı gerektirecek bir fiile sevk etmesi halinde işlenmiş olur.

Kim ne derse desin biz, rağbet bulmaması için her türlü hayâsızlığa karşı çıkmayı sürdürelim. Lût kavmi gibi başımıza taş yağdırılıp helâk edilmekten sakınalım, sakındıralım. Lût kavminin sapkınlığına meyledenlere de onları savunanlara da Lût aleyhisselamın Şuara suresi 168. ayet-i kerimesinde söylediğini söylemekten çekinmeyelim. Onlara, “Biz sizden değil ama sizin yaptığınız bu hayâsızlıktan nefret ediyoruz!” diyelim. Ola ki işledikleri çirkinliği görüp vazgeçerler.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy