Aramak

Bir Kavramın Büyüsü

Artık çağdaş insan çağını ne kadar yüceltirse yüceltsin, onun çağı tarihe cinayetler, en derin buhranlar ve çok yönlü kirlilikler çağı olarak geçecektir. Kim bilir, belki de bu çağ mahşer gününe ithamların en kötüsü olan iki yüzlülükler, yalan ve riyâ çağı olarak çıkacaktır.
Yaklaşık son bir buçuk asırdır Batı’ya ait her yeniyi göklere çıkarırken, bizim olan her eskiyi yere batırdık. Yeni medeniyetin büyülenmiş sevdalıları olduğumuz kadar, yeni ve yenilik hissettiren kavramların da gözü kapalı, şuursuz alkışçıları olduk. Çocuklarımıza yenilik şarkıları ezberlettik. “Eskiyi unut, yeni yolu tut, / Türklüğe umut sen ol çocuğum!” dedik. Onlara eskilerini, yani bir bakıma tarihlerini unutmalarını telkin ettik. Fakat sonuçta, eteklerine tutunduğumuz, güvenip bel bağladığımız çoğu yeni, bizi irfanî değerlerimizden mahrum bıraktı. Geçmişi ile küskün, geleceği meçhul bir millet olduk. Çok perişan yakın bir geçmiş yaşadık. Hasta adam olduk, yıllar sonra da “yalnız adam!” Bu çöküş süreci içerisinde uğradığımız her musibetten vaktiyle bizi cihan hakimi yapmış olan manevî değerlerimiz sorumlu tutuldu. Şan ve irfan dolu mazimizi suçladık. İnsanlığın ve insanımızın geçmiş bütün zamanlarını küçümsedik. İçerisinde, Avrupalı’nın kirli bir medeniyet kurduğu bu asrı kutsadık. Bu çağa övgüler sunmak zorunda hissediyorduk kendimizi. Çünkü üzerinde, Batı’nın mührünü taşıyordu. Bütün kıymetlerimize sırt çevirmiştik. Tutunacak dalımız, takınacağımız bir kimliğimiz de kalmamıştı artık. Tarihimizi, irfanımızı, hüviyetimizi; kısacası çok şeyimizi kaybetmiştik. Hafızası silinmiş bu yeni nesle her şeyden önce bir kimlik gerekiyordu. Ona mazisini, yani benliğini unutturacak bir kimlik. Eğer bu dev bir gün nereden geldiğini, kim olduğunu hatırlayacak olursa, sözde dostları için çok tehlikeli olabilirdi. Silkinip kendisine dönebilirdi. Bunun için kendi öz güneşine sırtlarını çevirmiş ve gölgeleri istikametinde, güneşin battığı yerde ışık arayan Batı hayranı aydınlarımız, bu yeni nesle hemen kimlik arama yarışına koyuldular. Bir yığın kelime ve kavram ithal edildi. Ne tarihimizle, ne irfanımızla alâkası olan bir yığın kavram... Sonları “izm” ve “ist”le bitiyordu bu kavramların. Hem yeni, hem Avrupalı kavramlar... Bu yüzden de caziptiler. Bir zaman kapılıp gittik cazibelerine... İslâm ve imân aydınımızın gündeminden kovuldu. Fikir hayatımızı bu kavramlar istilâ etti. Artık onlarla düşünüyor, onlardan dertlerimize devâ istiyorduk. Fakat çok geçmeden “izm”ler ve “ist”ler iflâs etti. Bu imanımıza ve irfanımıza alternatif mefhumlar, Anadolu insanının ne gönlünde ne de zihninde barınabildi. “İzm”ler efsanesi eskiyince, biçim bakımından Türkçe, fakat anlam bakımından yine aydınımızın Batı’ya hayranlığını hissettiren, biraz daha bizdenmiş gibi gözüken yeni bir kavram süzüldü fikir hayatımıza: “Çağdaşlık...” Sonu “izm” ve “ist”le biten kavramların sihrine kapıldığımız gibi, bu kavramın da büyüsüne tutulduk. Cemil Meriç’in “lügat hazinelerimizden kovmadıkça düşünce selâmetine kavuşamayız” dediği bu kavramı kimse sorgulamadı. Ne anlama geldiğini araştırmadı. O kadar çabuk benimsendi ki bu mefhum, bir de baktık ki karşımıza bir tabu, bir put oluverip çıkmış. Herkes kabullendi bu kavramı... Her fırsatta çağdaş olduğumuzu dile getirdik. Onu bir şeref madalyası gibi âdetâ göğsümüzde taşıdık. Çağdaşlık gibi bir kimliği taşımakla övünüp dururken, millet olarak nasıl bir çağa gözlerimizi açtığımızı hiç düşünmedik. Bin yıldan beri İslâm’ı kabullenmiş ve onu hayatına bir nakış gibi işlemiş bir millet olarak, bizim bu çağın bütün insanlarıyla paylaştığımız ne gibi ortak değerlerimiz olabileceğini asla mütalaa etmedik. “Geçmiş bütün kavimlerin özlediği, hasretini çektiği çağ acaba bu çağ mıydı?” gibi soruları aklımızın en uzak bir köşesinden bile geçirmedik. Halbuki bu kavram, dışı hoş içi bomboş bir kavram olmaktan fazla bir şey değildi. İnsanımızın kendini inkâr edişini, kendi değerlerinden kaçışını, nefretini ve utancını hissettiren bu mefhum, sözlük anlamıyla, asrın gereklerini yerine getiren insan demek. Çağdaş insan, yaşadığı asrı kutsayan adam... Veya daha başka bir ifadeyle, asrının insanının hayat tarzını, hal ve gidişatını kabullenen biri... Bu kelimenin kökü olan “çağ” kelimesi ise, yüz yıllık masum bir zaman dilimi... Bu tanımlara göre çağ ve çağdaşlık ne kıymet ifade edebilir? İnsana nasıl bir fazilet hissi verebilir? Çağdaş insanın, asrın teknolojisini kullanan ve ondan istifade eden gibi bir yorumu da olabilir. Bu manada da çağdaş olmak yine, insana bir kıymet kazandırmaz ki... Eski çağların atla, arabayla yolculuk yapan insanı, feza çağının uçakla yolculuk yapan insanından daha mı merhametsiz? Teknolojiye sahip olmak insana ne gibi ahlâkî değerler kazandırabilir ki?.. Üstelik modern vasıtalara sahip olmanın, çağdaş insana saadetler getirmediği de ortada... Şimdi o, çağdaş insan, bütün çağların en zavallısı, icat ettiği medeniyetin atıklarını temizlemekle meşgul... Modern hayatın problemleriyle savaşmakta... Bu kavramın güzel görünümlü maskesi altında çağdaş insan, bütün zamanların en faziletlisi gibi lanse edilmeye çalışılıyor. Halbuki o, elindeki teknoloji ile çevresine neler etti neler! İcat ettiği silahlarla âdeta ölüm makinası oldu. Nagazakiler, Hiroşimalar, Çernobiller ve tepemizde delinmiş vaziyetiyle asrın insanına kâbuslu rüyalar yaşatan “ozon tabakası” hep onun eseri... Hal böyleyken yine de bu “çağ” geçmiş bütün zamanların en imtiyazlısı, en faziletlisi mi oluyor? Bu asil (!) zaman diliminin, üretip tüketen; üretip tüketirken de yaşadığı tabii çevreyi bir çöplük, bir kimyasal atıklar mezbelesi haline getiren sorumsuz insanı da “kutsanmış bir beşer” mi olup çıkıyor karşımıza? Çağdaş insan hakkındaki bu kabil anlayışlar işte hep bu kavramın büyüsünden kaynaklanıyor. Bu kavramın büyüsünü bozmak bir yana, İslâmî kalemlerden bile “çağa” ve “çağdaş insana” övgüler dökülüyor. Çağı tasdik etmeyen bir din anlayışı, klasik düşünce, “orijinalite” den uzak mütalâlar şeklinde ithamlara maruz kalıyor. Çağın, yani zamane insanının yanlış gidişatını benimsemeyen esaslara şüpheyle bakılıyor. Daha da ilerisi asrın zulüm temellerine dayalı anlayışlarını benimseyen bir İslâm anlayışı doğuyor. “Modern İslâm Düşüncesi” doğuyor. Kısaca, çağdaşlık ve modernlik artık mukaddeslerimizin bile önüne geçiyor. Sözlük anlamıyla masum bir zaman dilimi olan çağın ve o dilim içerisinde yaşayan biri olmak manasını taşıyan çağdaşlığın ne kıymeti var ki bu kavram insanımızın, şerefle taşıyacağı bir kimlik olsun. Bütün çağlarda, insanlığın hem düşüş ve hem de yükselişine şahit olmakta değil miyiz? Eğer kutsallık çağların şahsında ise, kim Lut kavmiyle aynı çağda yaşamayı, o zamane insanının gidişatını benimsemiş olmayı bir fazilet sayabilir? Gönderilen her peygamber yaşadığı çağı tasdik etseydi acaba ne olurdu?! Ne dersiniz?! Şu içinde yaşadığımız berbat hale, bir peygamber gönderilecek olsa, O da çağı kutsar, “ben çağdaş bir peygamberim” mi derdi acaba? Artık “nasıl bir insan?” sorusuna Kur’anî ifadelerle cevap vermeliyiz. Kimliğimizi kendimize ait kelimelerle ifade etmeliyiz. Artık: “Hüsrandan kaçan, iman edip salih ameller işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden; yetimi küçümsemeyen, isteyeni mahrum etmeyen; ruhu çürümüş, kirli ve kirleten insanının aksine, temiz ve temizleyen, yani iyiliği emredip, kötülükten alıkoyan” bir insan misalini; kalbi ve beyni ışık, ışıyan ve ışıtan Allah’ın veli kullarını bütün insanlığın ufkuna bir imtisal, bir numune olarak koymalıyız. Artık çağdaş insan çağını ne kadar yüceltirse yüceltsin onun çağı tarihe cinayetler, en derin buhranlar ve çok yönlü kirlilikler çağı olarak geçecektir. Kim bilir, belki de bu çağ mahşer gününe ithamların en kötüsü olan iki yüzlülükler, yalan ve riyâ çağı olarak çıkacaktır. Eğer çağlar arasında bir mukaye ve değerlendirme yapılacaksa bilinmelidir ki, inanan insanın da tarihte yaşadığı şanlı bir devir gelip geçmiştir. Bütün zamanların en kutsalı, afâki ve enfüsi bütün putların yıkıldığı bir çağ!.. Bu gün bu kadar zilleti işte o çağın ışığını bu güne taşıyamadığımız için yaşamaktayız.. O çağ, bütün çağlara rahmet ve ışık getirmiş olan Allah’ın sevgili peygamberinin çağıydı. Bizim ışık saçan zamanımız, şanlı saadet asrımız... Allah’ın sevgilisini bir hâle gibi kuşatan sahabenin berrak asrında bir mü’min olarak yaşamak gerçekten bir fazilet. Hatta bir özlem! Ama bizim kaderimiz de bu çağda yaşayıp bu çağı ihya etmek... Biz bu çağda, o çağın hasretiyle yaşayıp, bu çağın büyüsünü bozmak zorundayız!...
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy